25 Nisan 2009 Cumartesi

bottle shock



Bottle Shock 2008 yapımı bir filmdir. Sundance Film Festivali'nde de gösterilen film Randall Miller imzalı ve gerçek bir hikayeye dayanmaktadır. Film 1976 yılında geçmektedir, ve Woodstock gerçekleşeli tam 7 yıl olmuştur!! Ağır ilerleyen konusu ve büyük ölçüde tahmin edilebilirliğine rağmen filmin sıcaklığı, ve bu sıcaklığı sağlayan performanslar, kamera, hikaye ve lokasyonlar filmi güzel bir yere koymamı sağlıyor.

Başrollerde, okulunu yarıda bırakıp babasının işlettiği bağa gelen ama öncelikli olarak herşeyden eğlenecek birşeyler çıkaran Bo Barrett karakteriyle Chris Pine, inatçı ve kendini eski karısına kanıtlamaya çalışan Jim Barrett rolünde Bill Pullman, iyi kalpli, seksi ve aranan internümüz Sam rolünde Rachel Taylor ve Meksikalı bağ çalışanı, yetenekli ve hırslı Gustavo Brambila olarak ise Freddy Rodriguez'i izlemekteyiz.

Bottle Shock'u yüzüm gülücükler içinde izledim. Büyük çekişmelerin olmadığı, kötü olayların kısa sürdüğü ve filmde bize iyi olarak tanıtılanların sonunda istediklerini aldıkları durumlarda bu hali alıyorum. Senarist ve yapımcı bir araya gelerek bu konudan eğlenceli ve güzel bir film çıkacağına karar vermişler. 1976 yılına kadar Fransız üreticilerin tekelinde olan şarap sektörünün tüm dünya şaraplarına açılması için ilk adım olan wine tasting yarışmasında Napa Vadisi, CA şarabı olan Chateau Montelena birinci olunca bu olay Time dergisine bile haber olacak büyüklüktedir. Hatta bu yarışmayı düzenleyen Steven Spurrier filmin sonlarında şöyle der:
-Sözlerimi yaz Maurice
Şaraplar içeceğiz...
Güney Amerika'dan.
Avustralya'dan. Yeni Zelanda'dan.
Afrika'dan. Hindistan'dan,
Çin'den.
Bu bir son değil, Maurice.
Her şey daha yeni başlıyor.
Geleceğe hoş geldin.

Tabi bu konuyu anlatabilmek için senaryoda öncelikle bağda geçen olayları izlemeli, Jim ve Bo ile bir yakınlık kurmalıyız ki yarışmayı onların kazanmasına sevinelim. Zaten hikayenin sonundan bizim de haberimizin olduğunu bilen senaryo yazarımız o aşamaya kadar bize sıcacık bir film izletmeye çalışmış, bunu başardı da. Ama bu hakaye çok daha iyi bir şekilde sinemaya aktarılabilir miydi? Bence evet. Bo'nun hippivari hareketleri beni çok eğlendirdi. Barmaid'i çok sevdim ayrıca, bazı barlarda bu şekilde hem çekici hem de akıllı kadınlar olduğunu bilmek güzel. Sam the Intern'ün göğüslerini açtığı sahnede polisin gelmesi ve o sırada Sam'ın taktikten bahsediyor olması güzeldi. Polisin göğüslere bakakalmış olması da hoştu, adamlar rahat, Türkiye'de böyle bir şey yapmaya kalksan polisin vereceği tepki çok daha antipatik olurdu. Gustavo kıldı baya, Jim de beni pek eğlendirmedi, ve şarap yarışmasını düzenleyen adamlar da. Bo ve babasının boks maçları güzeldi ama. Ve manzaralar harikaydı, arasıra geniş açıya geçen kamera beni çok mutlu ediyordu, keşke bütün film geniş açıyla geçse diyip durdum içimden..

Gustavo Brambila: You people, you think you can just buy your way into this. You cannot do it that way.
Jim Barrett: Alright...
Gustavo Brambila: You have to have it in your blood, you have to grow up with the soil underneath your nails, the smell of the grapes in the air that you breathe. The cultivation of the vine was an art form. The refinement of the vine is a religion that requires pain and desire and sacrifice.

Paris denen yerin, daha doğrusu "somewhere outside Paris" denen yer, California olduğu çok belliydi=)) Zaten film lokasyonu da Sonoma, California'daki Buena Vista Vinyards'dı.

Filmde inandırıcılığın az olduğu sahneler var. Bardaki insanların gerçekten de bartender'in dürüst olduğuna inanması çok mümkün gelmiyor bana. Jim'in hukuk bürosuna iş için hemen geri dönmesi acele bir karar gibi, ayrıca, şarabın normale döndüğü haberini alınca bürodaki hareketleri de çok gerçekçi gelmedi bana. Tamam, loser olmadığını kanıtlamaya çalışan bir adam, ama gerçekçi bir tepki değildi. Filmdeki kadınların da erkek isminde olması ilginç bir ayrıntı!! Sam ve Joe.. Ayrıca, Bo'nun peruğu da birçok insan için antipatik geldi.

Şarapçılık ile ilgili diğer filmler: Sideways, A walk in the clouds, This earth is mine.

Ama aslında ben bu filmi iki filme benzettim sıcaklığı açısından; Little Miss Sun Shine ve Choke. Bu film de diğer 2 film gibi biraz dramatik, biraz eğlenceli ama çok sıcak ve filmdeki karakterlerle o bağı kurabildim filmde. Belki de yorum için çok optimist olacak ama ben bu filmi çok sevdim.















24 Nisan 2009 Cuma

böyle yorum olmaz olsun

I saw the sun!! Yani güneşi gördüm. Filmde güneşi sıkça görüyoruz, ama iki kez güneş gözümüze sokuluyor, filmin diğer unsurları gibi.. Mahsun Kırmızıgül'ün boranlarının anası Mahsun'a bir erkek çocuk verince ve berfinimiz- travesti boy, ölünce, o da güneşi gördüğü an berfin çiçeğinin ölmesi hesabı. Öncesinde de mükemmel bir replik; Ramo abey, Mamo abey, biliyorum beni vuracaksıiz, ama öbür dünyada allahın karşısına çıktığımda ona tek bir soru soraceam, beni neden kadın yaratmadın diyeceam!! Vursana beni abey, ben kadınım abey, anlamadın mı, kadınım ben abey!! Filmin kesinlikle en etkileyici sahnesiydi.. Kesinlikle, belki de tek etkileyici sahneydi. Ha, unutmadan, o kız aslında özürlü değilmiş, o da mükemmel bir iş çıkardı özürlü rolünde, ama o kızın psikolojisini etkilemez mi ilerde böyle bir rolü yapmak..
Yorumlara gelince, güneşi gördüm filminin resmi internet sitesinde yorumlara yer verilmiş ve hepsi filmi göklere çıkarmış. Şimdi yorumlar:

1- Ali Abaday / Taraf
Mahsun Kırmızıgül'ün konusu ve cesur anlatımıyla konuşulan filmi Güneşi Gördüm, oyuncu performansı ve görüntü yönetimiyle dikkat çeken bir yapım. 25 yıllık bir soruna, kardeş kavgasına yaklaşımı oldukça ilgi çekici.
Hikâyedeki gerçekçiliği, iki tarafa eşit uzaklığı, özellikle devlet ana ile devlet baba arasındaki farkı ortaya koyuşuyla izlenebilir.

İki tarafa eşit uzaklığı iyi mi yoksa kötü mü_? Korktuğu için yapmıyor mu bu adam bunu? Kimsenin tepkisini çekmemek için eşit uzaklıkta kalmaya çalışıyor. Bizse onun eşit uzaklıkta kalmasını izlenebilirlik açısından bir artı olarak görmeliyiz öyle mi?? Ali Abaday sırf yorum olsun diye yorum yapmış bence. Eşit uzaklıkta kalma durumunu teşhis edebilmesine bile şaştım açıkçası... Ortada bir dünya savaşı ya da soğuk savaş olsa, Mahsun Kırmızıgül'ün yaptığı gibi heryere eşit uzaklıkta kalsak anlarım ama bunlar Mahsun Kırmızıgül için kişisel meseleler, bizim içinse çok hassas konular. Ya hiç açmayacaksın, açtıysan da tepkini koyacaksın, yoksa adama dönek derler, yaptığına da sözde film derler Mahsun. Ama memlekette milyonlarca okura ulaşan insanlar bu yorumu yaparsa Mahsun kendini sinemacı, daha da ötesi, bir fikir adamı zannetmeye devam eder, bu korkak haliyle... Devlet Ana ile Devlet Baba ne demek ya?? Mahsun aptal bi fark ortaya koymuş bu iki kavram arasında ve neymiş, allah devlet anadan razı olsun da devlet baba'ya yazıklar olsun. Ya ucuz terimler yaratmayın. Ama kafalar bu kadar çalışıyor, yapacak bişey yok.. Sözde yorumcular da filmin güzel yanı olarak bu farkın ortaya koyuluşunu önümüze sunuyor.

2-Adem Yavuz Arslan / Bugün
Mahsun Kırmızıgül, Güneşi Gördüm filmiyle kendini aştı . Senaryo, oyunculuk, film müzikleri.
Hepsi olmuş. Birbirine geçmiş onlarca konuyu tamamen kişisel hikayelerin üzerine yıkarak başarılı bir iş çıkarmış.

Ahaha, film müzikleri "yüzüklerin efendisi" gibi yapmış filmi. Senaryoda olan şey ne, biri bana açıklayabilirse çok sevinirim, adam ne bulursa katmış, gerçek bir hikayeden alınma olduğuna da hiç ama hiç inanmıyorum. Ne lan bu!! Ama Adem Arslan'a bir noktada katılıyorum, başarılı bir iş birbirine geçmiş onca konu olması.. Film yaptığını unutup aptalca bir şeyler ortaya çıkarmış Mahseeeeeeeeeeeeeeeeeuuuunnnnnn.. Lele mahsunnn...

3-Hıncal Uluç / Sabah
Bir kamera kullanışı var ki, Mahsun'un doyamıyorsunuz.. Bu nasıl güzelliktir.. Dağlarda.. Trende.. şurup gibi bir anlatım, nasıl şiirsel, tablo gibi görüntülerle avcunun içine alıyor seyirciyi, müthiş.. Öyle unutulmaz sahneler var ki.. Müzik iyi.. Sonuç.. Charlie Chaplin olmak kolay değil. Yaz, yönet, müzikle, oyna.. Zor iş.. Sinema tarihinde başaran çok az isim var..

Charlie Chaplin mi?? Güneydoğunun Şarlosu!! Unutulmaz bir tek sahne var, o da galata köprüsündeki cesur sahne. Ben Hıncal Uluç'a şaştım kaldım, adamı resmen auteur yönetmen sınıfına oturttu. Mahsun dediğimiz adam ezik bir adamdır, zor şartlarda yetiştiğini kabul edelim ama Mahsun'un böyle bir film çekmesi için tekrar onun hayatına dönmemiz gerekir. Güneydoğuda ezildikten sonra İstanbul'da okul okumaya gelir, muhtemelen adaptasyon konusunda hala sıkıntı çekiyordur, sonra o iğrenç sesi sayesinde insanlar tarafından ciddiye alınır, saygı görür ve paraya para demez. Bunların ışığında eline film çekme fırsatı geçer, der ki ne yapayım, ne anlatayım, kendi hayatını, aşina olduğu şeyleri anlatmaya karar verir ama senaryosunda bu anlatacaklarının dozunu kaçırır, herşeyden kısa kısa bahseder, ki bu durum filmi belgesele, otobiyografiye dönüştürür. Bu konuları açmaya götü yer, ama taraf tutmaya yemez, çünkü eskiden acı çekse de şu anda kafası rahattır, yırtmıştır. Para içinde yaşar, saygı görür mahseeeeeeyyyyyyyy, kıro mahsey.. Sen Charlie Chaplin'in yanından bile geçemezsin Mahsey, benzetilemezsin bile lele mahsuney.

4- Mehmet Barlas/ Sabah
Güneşi Gördüm filmini mutlaka görmelisiniz. Sonra da benim gibi yapın ve Mahsun Kımızıgül'ü kutlayın. "Güneşi Gördüm" 8 Oskar alan Slumdog Millionaire'dekinden daha çarpıcı ve daha can alıcı.

Aptalca bir yorum daha, işte karşınızda.. Slumdog Millionaire'de ortada bir konu yokken, ünlü oyuncu yokken o Danny Boyle denen dahi adam ortaya süper bir film çıkarır. Mahsun ise yaşadığı tonla şeyi sıçıp sıvayıp önümüze koyar. Sonra da yorumcuların ortak kanısı çarpıcı, cesur, can alıcı.. İnsanların seni cesur bulmasına aldanma Mahsun, beğendikleri anlamına gelmez bu. Bir de, bu ağır konuları göz önüne getirdi ne oldu, ortada bir hareket yok ki.. Madem filmi yaptın, ardından bir proje ile destekle filmini, doğuya yardım ettir, imza kampanyaları düzenle, yok.. Milyonlarının keyfini sür, üniversiteli kızlarla çıkmaya devam et Mahsey.

Sinema filmi olarak anılmasa ben de söyleyecek birkaç güzel cümle bulabilirdim ama, bana en çok dokunan şey bu adamın bir sinema üstadı ve süper yönetmen olarak adlandırılması.. Şasıyorum.



23 Nisan 2009 Perşembe

Cannes'da Altın Palmiye Adayları

Festival, Peter Docter'in yarışma dışı gösterilecek ''La-haut" filmiyle açılacak, Jan Kouhehe'nin yine yarışma dışı gösterilecek "Coco Chanel et Igor Stravinsky" filmiyle sona erecek.

Altın Palmiye için yarışacak filmler ve yönetmenleri;
Alain Resnais - "Les Herbes Folles"
Jacques Audiard - "Un Prophète"
Xavier Giannoli - "A l'Origine"
Gaspar Noe - "Soudain le Vide"
Quentin Tarantino - "Inglorious Basterds"
Ken Loach - "Looking for Eric"
Lars von Trier - "Antichrist"
Michael Haneke - "Le Ruban Blanc"
Pedro Almodovar - "Les Etreintes brisées"
Isabel Coixet - "Map of the Sounds of Tokyo"
Marco Bellocchio - "Vincere"
Jane Campion - "Bright Star"
Andrea Arnold - "Fish Tank"
Johnnie To - "Vengeance"
Lou Ye - "Spring Fever"
Philippin Brillante Mendoza - ''Kinatay''
Park Chan-wook - ''Bak-Jwi''
Ang Lee - "Taking Woodstock''
Tsai Ming-Liang - ''Visage''
Elia Suleiman - "The time that remains".

Cannes Film Festivali 2009


1939'da devletin de desteğiyle kurulan ama 1946'da ilk kez gerçekleştirilen Cannes Film Festivali dünyanın en prestijli film festivallerinden biri olmayı sürdürüyor. Cannes kentinin seçilme nedeni ise şehrin güneşli ve büyüleyici yapısıydı. Bu yıl da, geçen yıllarda olduğu gibi iddialı filmler ilk gösterimlerini Cannes'da yapmayı planlıyor.

Bu yıl 62. kez yapılacak festival kapsamında 62 film gösterilecek, ama festivalde hiç bir Türk filmi yok. Fatih Akın, filmini yeniden gözden geçirmeye karar verdi ve bu nedenle film festival programından çıkartıldı. Geçen yıl "3 Maymun" filmiyle "en iyi yönetmen" ödülü kazanan Nuri Bilge Ceylan bu yıl jüride yer alacak.

Altın Palmiye için yarışacak ünlü yönetmenler arasında Ken Loach, Michael Haneke, Pedro Almodovar, Jane Campion, Lars von Trier, Ang Lee, Alain Resnais ve Quentin Tarantino ilk göze çarpan isimler.

Tarantino'nun yeni filmi “Inglorious basterds” için herkeste büyük bir beklenti oluşmuş durumda. 1994'te Altın Palmiye'yi müzesine gönderen Tarantino bu süreden sonra da Cannes'a sıkça gelmeye devam etti. Bradd Pitt ve Diane Kruger'in başrollerde oynadığı "Inglorious Basterds" filmi festivaldeki tek Amerikan filmi.

Ken Loach; Eric Cantona'nın hayatını "looking for eric" isimli filmle beyaz perdeye aktarıyor.
Lars von Trier: "Antichrist" isimli filmle yarışmaya katılıyor.
Michael Haneke: "Le Ruban Blanc" ile festivale katılıyor.
Pedro Almadovar: bu yıl festivale “Les Etreintes brisées” isimli filmi ile katılıyor.
Marco Bellocchio: İtalyan sinemasının usta yönetmeni “Vincere” isimli filmi ile yer alacak. Konu ise Mussolini'nin gayrimeşru çocuğu.

all the boys love Mandy Lane


Yorum yaptığım filmleri seçerken onların en azından bi yönüyle ilgi çekici olması gerektiğine inanıyorum. Genelde çok popüler olmayan ama festivallerde gösterime girip izlendiği kitle tarafından büyük ölçüde beğenilmiş filmler hakkında yazmaya çalışıyorum ama bazen bu çizgimin dışına çıkabiliyorum. Güneşi gördüm, bedtime stories ve all the boys love Mandy Lane, sonrasında da "canavarlar yaratıklara karşı" isimli film hakkında yazmak istiyorum. Amacım ise bu filmleri de hiç izlemediğim izlenimini vermemek, ve güzel bir kadın, Mandy Lane rolünde "Amber Heard"!! ve biraz da "The Wackness" isimli filmini beğendiğim yönetmen Jonathan Levine...

2006'da gösterime girmiş olan bu filmi Amerikan Horror/Thriller ya da slasher şeklinde kategorize edebiliriz. 90' süren film $750.000'a malolmuş ve bence müzikleri gerçekten de çok hoştu.. Sinematografisi başarılıydı bence. Benzerlerinden farklılaşmasını sağlayan bir kaç özelliği ise kameranın başarılı kullanımı ve herşeyin Mandy Lane için olmasıydı=))

Filmin konusunu, çok da olayların akışına girmeden anlatmak gerekirse, haftasonunu fresh yearlarının bitişini bir ranch house'da kutlamaya giden bir grup gencin başına gelenler diyebiliriz kısaca. Grubun en önemli üyesi tabi ki Mandy Lane'dir ve tüm erkekler onu elde etmek istemektedir çünkü yıl boyunca Mandy kimseye yüz vermemiştir ve onun bu ulaşılmazlığı ve Mandy Lane için birisinin ölmüş olması Mandy'yi tanrısallaştırmaktadır. Yani klasik bir teenage hikayesi alın; ıssız bir yere eğlenmeye giderler ve sırayla birileri ölmeye başlar, ta ki içlerinden en güzeli ve seksisi kalana kadar.. Bu sıkıcı konunun üstüne de Amber Heard gibi seksi bir kızı ve filmi ilginç ve çekici hale getirmek için fazlasıyla uğraşan ve bunu birazcık başarabilmiş yönetmen Jonathan Levine'ı koyun. Bu kadar.. Son olarak da, tüm bu ölümlerin sorumlusunun doğaüstü güçleri olan ya da çirkin bir yaratık olmadığını, Mandy Lane'e aşık olan ve onun için bu cinayetleri gerçekleştirmiş liseli bir çocuk olduğunu düşünün.. Filmin konusu ile ilgili nalatılacak pek bir şey yok. Ama yine de ilginç ve merak uyandıran bir kaç sahneyi irdelemek gerekir...

Amber Heard'ın Scarlett Johansson'a olan benzerliği çok dikkat çekiciydi. Scarlett Johansson için yazılmıştı sanki Mandy Lane karakteri. Ben Scarlett Johansson'u hep öyle hayal etmişimdir, bu kadınları beğenmem bana da beğenilerim konusunda ipuçları vermeye başladı=)) Chloe'nin Mandy'den daha çekici olduğunu düşünenleri duyunca baya şaşırdım açıkçası!! Herneyse, filmdeki bir dialog çok hoştu.
Red: [to the freshmen potheads] There she is boys, Mandy Lane. Untouched, pure. Since the dawn of junior year men have tried to possess her, and to date all have failed. Some have even died in their reckless pursuit of this angel.
Jake: I can see your nipples.
Chloe: Obviously.
Marlin: How do you get them that hard?
Chloe: It’s a secret.

Aslında Red'in repliği yeterliydi ama tamamen kopyalamak istedim, sonrası da film hakkında ipuçları veriyor sonuçta=))

Çatıdan atlama sahnesi de gayet hoştu mesela. "Mandy Laneee" diye bağırıp ölmesi, yine biraz predictable, ama vasatın üstünde yine de.. Peki çatıya çıktıktan sonra olayın gelişimi nasıl oldu?? İşte böyle:

Dylan: Let's just play nice and be friends and get the fuck off my roof. OK?
Emmet: So how are you gonna do it?
Dylan: Do what?
Emmet: Seal the deal. I mean, look. Look down there. Every stupid fucking idiot has the exact same goal. What makes you any different?
Dylan: I don't need to be different.
Emmet: Jesus, are you fucking listening to me? I know her. She's not gonna fall for some jock who tried to drown her best friend. Face it, man, you're boring. You're a fucking marshmallow, like an American Idol...
Dylan: Get off my fucking roof, Emmet. This went well.
Emmet: What are you doing? Whoa, whoa! Careful, man. Look. She's looking at us right now. Waiting to see what you do.
Dylan: Well?
Emmet: It's not that far. You've fucking done this before, right? She'll love it. She... I promise. Whoa! You know what? Fuck it, you're too drunk.
Dylan: Don't! Don't tell me I'm too fucking drunk in my own fucking house.
Emmet: I'll do it with you, then. Come on! Let's jump for Mandy. See if she can catch us. Ready? One. Two. Three.
Dylan: Mandy Lane!

Aahahahah!! Mandy Laneeeeeeeeee!! Salak...

Ayrıca, kullandıkları uyuşturucular Ritalin ve Adderall'dir. Ritalin hiperaktivite tedavisinde kullanılan bir ilaçtır ve bağımlılık yapmaktadır.. Extacy ile aynı maddeyi içerir, ancak yasal bir açık gibi kullanılıp bağımlı gençler yaratır. Adderall ise konsantrasyon artırıcı bir ilaçtır ve Ritalin ile kullanılmaktadır tedavilerde. Ancak alkolle birlikte alınması alkolun etkilerinin süresini uzatmaktadır ve bu sebeple de amerikan üniversite kampuslerinde sıkça kullanılmaktadır.

Mandy'yi odasında üzerini değiştirirken dışarıdan gözetleyen kimdi mesela??? Onu öğrenemedik..

Herşeyin Mandy'nin isteği sonucunda gerçekleştiğini anladığımda ipuçlarını aramaya başladım. 11. dk'da koşu yarışması bittiği an Emmet bir günlük çıkartır bir yerlerinden ve Mandy'ye vermek ister ama Mandy "not now, Emmet" der. Burdan bişey çıkarılabilir mi ki?? Herkesi öldürdükten sonra verir. Mandy'nin sosyopat mı yoksa lezbiyen mi olduğunu çıkaramadım ben. Chloe'ye banyoda eşlik ettiğinde ona dokunmasından çıkardığım tek şey o an hiç durmak istemediğiydi ve Chloe ve Mandy Lane'in öpüşebileceğiydi. Mandy'nin bir lezbiyen olma olasılığı çok yüksekti, erkeklere yüz vermezken Chloe'ye duyduğu yakınlık.. Kafamı karıştıran bir diğer nokta da Bird, zenci eleman Mandy ile yürürken ona diğer erkeklerden farklı olduğunu hissettirdi ve ona herkesten daha çok yaklaştı. Tam o sırada Ranch hand gelmeseydi öpüşebilirlerdi ama Mandy izin vermesine rağmen zevk almıyor gibiydi.








22 Nisan 2009 Çarşamba

Ostrov / Ada (2006)


O ne mükemmel bi açılış sahnesi. Daha filmin ilk saniyesinde muhteşem doğa, denizde tek başına sandalıyla kürek çeken bir adam ve tekrarlanan bir dua. Filmde herşey gri. Hava, deniz, evler, bitki örtüsü, kömür dumanı ve kar ile kömürün karışmış rengi ve insanların kıyafetleri. Filmin konusuna gelelim. 1940'larda ikinci dünya savaşı sırasında Almanlara esir düşen bir adamın canının bağışlanmasının tek şartı diğer arkadaşını öldürmektir. O da istemeye istemeye de olsa tetiği çeker ve vurduğu adam gemiden suya düşer. Sonraki 30 yılı bu olayın vicdan azabıyla geçiren adam bir aziz gibi yaşamaya başlar ve sürekli bu günahının affedilmesi için dua eder. Yaşantısı her ne kadar bir azizinkine benzese de, aynı adadaki din adamları ile çok farklıdır, çıplak yerde yatar, yüzü gözü kömür içindedir ve kurallara uymamakta direnmektedir. Üstelik davranışları da bir delininkine benzer. Onu ziyaret eden ve ondan yardım bekleyen köylüler onun geleceğini gördüğüne, şeytanları kovabildiğine ve iyileştirme özelliklerine sahip olduğunu düşünür ve onun yöntemleri de ilginçtir. Father Filaret her şeye rağmen Aziz Anatoli'yi sever. Filmin sonlarında, yıllar önce öldürdüğünü zannettiği Tikhon Petrovic adaya gelir. Kızının içinde şeytan vardır ve Father Anatoli onu iyileştirir. Father Anatoli ayrıca 30 yıl önceki olay için de Tikhon'dan af diler. Affedildikten sonraki gün de Father Anatoli huzur içinde ölür.

Konusu bu kadar kısa olsa da Ostrov /Ada hakkında konuşulacak çok fazla şey var. İşlenen bir günahın inanan bir insanın peşini ömrünün sonuna kadar bırakmadığını görüyoruz öncelikle. Böyle bir şey yaşanmamış olsaydı Father Anatoli çok farklı bir hayatı yaşıyor olacaktı. Büyük ihtimalle de bir aziz mertebesinde olmayacaktı çünkü gördüğümüz kadarıyla Almanlar tarafından esir alındığında ölümden korktuğu için önce Tikhon'un yerini söyledi, sonra da onu vurdu. Yaptığı bir hata peşini hayatının sonuna kadar bırakmadı.

Father Filaret ve Father Iov ile olan ilişkisi de aslında bu insanların her ne kadar günah çıkarmak gibi dini görevleri olsa da kendileri de fazlasıyla günahkar insanlar. Father Anatoli'nin Filaret'in battaniyesini ve botlarını yaktığı sahne çok etkileyiciydi. İnsanlar, Baş Rahip bile olsa, bu tür dünyevi şeylerin büyüsüne kapılıp onlar olmadan yaşayamayacağına inanmaya başlıyor insan. Father Anatoli'nin bunları görebilmesi ve film boyunca karşısındakilere bunu göstermesi filme ayrı bir boyut katıyor.

Filmin çekildiği yer gerçekten de harika. Birçok adacıktan oluşan bir ada ve ulaşım sadece sandalar ile sağlanıyor. Yanlış anlamadıysam eğer bu bölge çok izole bir yer Rusya'da, hatta başlangıçta izlediğimiz Almanların eline düşme sahnesinin geçtiği yerler.. İzole olması çok olası çünkü komünizmin insanları atheist olmaya zorladığı bir dönemde dini aktivitelerin serbest oluşunun başka bir açıklaması yok gibi görünüyor.

Bu arada, filmin dine inanma ve bağlanmalarıyla dalga geçmesi ama aynı zamanda Father Anatoli'ye de bazı doğaüstü güçler vermesinin yarattığı zıtlık filmden aldığım keyfi artırdı. Ben filmlerdeki gereksiz konuşmalardan, gürültülerden nefret eden insanlardanım. Konuşmadan bir çok şeyin anlatıldığı sahneler, doğaüstü de olsa güzel bir doğa manzarası ve herbiri birer fotograf karesi gibi olan sahneler eşliğinde güzel işlenmiş bir konu tam benlik. Bu filmde her birinden fazlasıyla buldum. Dahası, tekrar tekrar izlenebielcek bir film olmuş bence çünkü sizi sonuna kadar aptal bir olay örgüsü ile meraklandırıp son 15 dakikada olayın çözümlendiği bir merak satmıyor Ostrov /Ada. Aksine her saniyesine hayran oldum sinematografinin, oyunculukların, doğanın.

21 Nisan 2009 Salı

Autumn / Sonbahar

The name of this movie was announced as "requiem of autumn" before screening.

In short, Autumn/ Sonbahar movie depicts a man's last days before death, who became ill to death in the jail, was released because of the seriousness of his illness and returned his village, to his mom after 10 years.

Screening date was 19th of December, the date when "resuscitation operation", an operation against the political convicts who are in "death fast" was made several years ago.

The atmosphere of the movie is like autumn season; dull and suffocating. The location where the movie is shot is Artvin-Hopa, which is located on the northeastern side of Turkey. This region is the most rainy place in Turkey and it rains nearly 300 days a year.

The language changes sometimes from Turkish to "hemsin", a rural language that is frequently spoken by the eastern Black Sea region people.

There are too many things to talk about Autumn/ Sonbahar. Firstly, silence is the keyword. Feelings and emotions are not being told freely, they are being given by impressions instead. Yusuf is a man, who went to Istanbul for university, but interested more in politics than his academic career. He sentenced to 12.5 years for his illegal political activities , but released after ten years in 2006 because of his illness to death. He came to his village, but at the time in the jail, his father died and his sister married and left the town. There was only his old mom, who missed his son in these past years so much and did nothing but waited him. This kind of commitment to son was an attachment that is peculiar only to moms. I felt so strange when she said that I haven't drunk tea since you left here and this small region is the only place in Turkey where tea is produced and where people make their livings by producing tea. She was in his traditional dresses and a village person. As in the whole movie, everything was so real. I loved this feature of Autumn / Sonbahar most. I think about all of the movie, and there is nothing I disliked because of its being fake. This was a mom I saw in the years that I lived in the anatolian part of Turkey because of my father's job, and this was the kind of a love I have seen from my mom. Anyway, Yusuf is an incommunicative kind of person, and we can guess that those village people cannot understand his mood and state of mind, and call him nuts because of his strange responses to some events. One day, Yusuf goes to buy a book to read and sees Eka, a russian prostitute. By the way, there are too many russian women, who make money by having sex with Turkish men in this region. After that, we see that some kind of an emotional relationship starts to give off sparks between Eka and Yusuf. Mikail, the only childhood friend of Yusuf takes Yusuf to dinner where Yusuf and Eka meets again. In the movie, Mikail is being shown as the only friend of Yusuf in the village because he could not succeed to enter a university after several shots and became a carpenter. He says that he is getting older and older in this village among elder people and he was bored of his marriage despite the great couple of years in the beginning of it. I felt that Mikail was just like the one who is living a life if Yusuf had never left the town. On the other hand, Mikail is a very good friend, who realizes his old friend's requests. He pays for the whores, than it turns out that the whore is Eka, gives his car, gives money for his passport processes and takes him to high plateu in an unsuitable season. Anyway, Yusuf refuses to fuck Eka when they were alone in the hotel room in bed and he says that this is not a kind of thing that he wants. He wants more different things but I think he is also aware of the fact that he is about to fall in love with a whore, even if she loves her daughter and buys presents for her, reads books and takes care of him so much. Yusuf's mom asks Yusuf to find a girl to marry but each time Yusuf says that it is early for it. He has valid reasons for thinking this way, coz he is about to die. But, if he weren't about to die, would he marry another village girl when he has so many feelings for Eka? This movie is not a love film, but explains this love story in the best possible way. In city center, Yusuf sees Eka and hides from her because he is not so sure and honest about his feelings, because of the impossible happy ending. By the way, Yusuf hides his illness from his mom, but she feels that he is very ill. He gets worse after he had gone to high plateau with Mikail because of the cold weather and snow reaching to knees and his mother gave him a glass of milk with honey. This was a nice detail. An independent screen is Yusuf's dialogues with the child. The child wants to be a doctor as all children in the rural areas, but his mathematics is weak. Yusuf helps him with maths but when he changed the channel from a cartoon to figure skating olympics, he leaves the house. This is the general way of showing the anger along the movie. But, the more interesting part was that he was like fascinated while watching the figure skating performance on TV and he told that there was a Russian couple who were perfect, etc. I couldn't get the message of this scen. What was the director trying to explain in this scene? After the sad ending with Eka, we learn that Yusuf can play a musical instrument called "tulum" that is so similar to pipe. His mom wants him to play tulum as he played before, and Yuduf does not refuse her although his lungs are in bad shape. Then, we see a marvellous ending scene. As he plays tulum, we see another scene, people carrying his coffin to the graveyard and we here his mother's requiem in harmony with tulum.

A very important detail is that the director Özcan Alper told that the movie "Hunger" is the best movie that he has seen lately and he will try his best to screen "Hunger" in Turkish cinemas. He firmly believes that these two movies are soul twins and complement each other. These two movies tell similar cases in different settings.