21 Mart 2009 Cumartesi

SOMERS TOWN / Somers Kasabası

Tam bir festival filmi!! Siyah-beyaz, yalnızca 65 dakika ve sımsıcak. 28. İstanbul Film Festivalinin Dünya Festivallerinden isimli bölümünde gösterilecek olan Somers Town, tesadüfen tanışan 2 çocuğun arkadaşlığını, ve birlikte yaşadıklarını düşük bir bütçeyle ama çok harika bir şekilde anlatıyor. Tomo, evsiz ve kaçak bir çocuktur. Marek de babasının yanında yaşamaktadır, aslen Polonya'lıdır. Bu ikili tanıştıktan sonra birlikte takılmaya başlar. Marek'in hoşlandığı kız olan Maria'nın ilgisini çekebilmek için ilginç yöntemlere başvururlar.

1- Karakterler genelde çok hoştu. Örneğin, Graham çok ilginç ve eğlenceli bir karakter. Funny saç stili, giyim tarzı, şezlong işi, kıyafetleri satın alırken parayı iç çamaşırından çıkarması beni çok eğlendirdi. Maria da çocuklar.. , görsel hafıza ile ilgili bişeyler diyen adam..

2-Shane Meadows, Ken Loach'tan sonra en büyük beklentilerin olduğu yönetmen İngiliz Sinemasında. Shane Meadows'un birçok hayranı bu filmi beğenmekle birlikte önceki filmlerinin yerini tutmadığı fikrindeler. Kötü oyunculuklardan, fazla sayıdaki sabit kamera çekimlerinden ve filmin kısalığından şikayetçiler. This is England, Dead Man's Shoes ve A room for Romeo Brass yönetmenin önceki çok başarılı ve kendisine loyal bir seyirci kitlesi sağlayan filmleridir.

3- Son 3 dakikada filmi renkli izledik. Sıradan ve sıkıntılı giden hayatlarında Maria ile Paris'te buluşup güzel vakit geçirmek çok güzel olurdu bu çocuklar için. Gerçekten Paris'e gittiklerini zannetmiyorum, bu sahnenin tren istasyonuna bakan Marek'in hayal gücü sonucu oluştuğunu düşünüyorum. Paris'e gitseler bile Maria'yı bulmak hiç kolay olmazdı onlar için, Maria'nın Paris'te çok popüler olduğunu düşünseler de...
Siyah-beyaz bir filme renkli bir sahne koymak... Bunu başka hangi filmlerde görmüştük?? luc Besson'un AngelA isimli filminde var mıydı bu? Emin değilim. Ve de daha çok sanırım renkli filmlerde siyah-beyaz birkaç sahne olabiliyordu. Buna Türk sinemasından bile örnekler verilebilir..

4- Thomas Turgoose için de ayrı bir başlık açmak gerekir. Filmde Tomo isimli, kimsesiz vesert bir çocuğu canlandıran Thomas bu rolün altından başarıyla kalkmış. 1992 doğumlu Thomas Turgoose ilginç kıyafetleriyle, kararlı yürüyüşüyle, kolaylıkla yalan söyleyebilmesiyle ve yüzsüzlüğüyle ilginç bir karakter olan Tomo'yu canlandırırken beni hiç sıkmadı. Daha önce de This is England isimli filmde de çok başarılı bir oyunculuk çıkartarak birçok insanın beğenisini kazanmıştı.

5- Favori Dialoglar:

TOMO: Gerçekten kaka yapmam gerek. Şu baharatlar yüzünden. Tuvalete gitmem gerek.
MAREK: Hayır tuvalete gidemezsin. Babam sarhoş. Seni öldürür.
Bekle. Bir fikrim var.
TOMO:Gitmem gerek.
MAREK: Bekle! Sana mutfaktan poşet getireyim. Onun içine yaparsın sonra pencereden fırlatırız.
TOMO: Ne? Burada mı?
MAREK: Ne?
TOMO: Burada mı?
MAREK: Evet.
TOMO: Tuvalete gitmemin bir yolu yok mu, lütfen?
MAREK: Hayır.
TOMO: Peki tuvalet kağıdı?
MAREK: Sadece poşet.
TOMO: Peki popomu neyle sileceğim?
MAREK: Lütfen dostum.
TOMO: Gelirken biraz tuvalet kağıdı getirecek misin?
MAREK: Bekle sana poşet getireceğim.
Bekle.
TOMO: Lütfen tuvalet kağıdını unutma. Lütfen acele et.
Tuvalet kağıdını unutma.
MAREK: Tamam!

APPALOOSA

28. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde Uluslararası Yarışma bölümünde Yarışma Dışı olarak gösterilecek olan Appaloosa (Kanun Benim)'nın tipik bir western örneği olduğunu söyleyebilirim. Filmin konusu çok da ilgi çekici değil. Western sevenler varsa güzel bir 2 saat geçirebilir, ama bu filmin, izlendikten sonra daha ne kadar akılda kalacağını merak ediyorum. Ben bu filmi Trt'de pazar günleri western kuşağında gösterilen filmlerden ayıramadım. Yılda bir kez gelen ve vizyona girmeyecek bir çok film varken bu filmi seçmek çok da akıllıca olmayacaktır.

1- Heryerde benzer şeyler okuyabilirsiniz çünkü çok net, filmde bir Renee Zellweger faciası yaşanıyor. Her sahnede o itici bakışlarıyla ve yapmacık tavırlarıyla o kadar sıkıntı yarattı ki!! Zaten sadakatsiz ve yalancı bir karakteri canlandırdığı için daha da rahatsızlık verdi. Ed Harris senaryoyu yazarken daha güzel, daha çekici bir kadın karakteri tasvir etmiş olmalı.

2-Şu açıdan da bakmak gerekiyor ki, Allison cebinde 1$ ile Appaloosa isimli bir kasabada trenden indi. Bu nedenle bu kadının biraz gösterişsiz olması beklenebilir. Ama Allie karakteri aynı zamanda, sürekli temiz, her gece duş alan, kibarca yemek yiyen, düzgün giyinen bir kadın.. Burada bir zıtlık var, senaryodaki bir sıkıntı gibi göründü bana, çünkü bu iki olay baya tutarsız. Piano çalan ama fahişe olmayan bir kadın Allison. Gittiği her yerde kolayca iş bulabileceğini biliyor olabilir tabi, bu nedenle de parasız geziyor olabilir ama yine de çok mantıklı gelmedi bana..

3- Filmin senaryosu yazılırken izleyiciler hiç düşünülmemiş sanki, bir acemilik var.. Allie Appaloosa'ya geliyor, anında aşk yaşamaya başlıyorlar Cole ile, ve Cole bu sürüdeki en güçlü erkekle birlikte olmak isteyen kadına aşık oluyor ve hayatını onunla geçirmek istiyor. Ok, buraya kadar tamam.. Allison'ın önce Cole ile, o yokken Shelton ile, sonlara doğru da Bragg ile flirt etmesinin, araya da Everett'i sıkıştırmaya çalışmasının nedeni de kadının sadece kendini sağlama alma çabası olduğunu söylemeye çalışıyorlar. Ayrıca, Everett'in Bragg'i öldürme nedeni de Virgil Cole'un Allison'a aşık olması ve Allie'nin son zamanlarda güçlenen Bragg'e fazla yüz vermeye başlamış olması mı?? Son olarak da, Shelton Kardeşlerin Cole kadar hızlı olduğu söyleniyor filmde ama isabetli tek bir atış bile göremedik film boyunca. Çok saçma.. Senaryo saçma sapan yazılmış, loser bir film olmuş bence bir çok açıdan..


4- Filmleri daha izlenir hale getiren önemli bir unsur çekici kadınlardır, ve bu filmde bu gerçekten de çok eksik.. O kadın Selma Hayek, Nacole Kidman, Kate Winslet falan olsa film çok daha ilgi çekici olurdu. Hayııııır, şimdi aklıma geldi. Tabi ki Scarlett Johansson, ya da Penelope Cruz!!! Scarlett Johansson bu filmin IMDB puanını tek başına .5 oranında değiştirebilirdi..

5-Filmin sonunda ilginç şeyler olur diye bekledim hep. Everett Bragg'ı öldürdü. Everett'in cesur ve Bragg'dan daha hızlı olduğunu görmüş olduk, ama ben yine tatmin olmadım. Sonu da hiç ilginç değildi. Ben çok iyi bir western takipçisi değilimdir, bilinen filmlerin çoğunu izledim gerçi ama, aceba filmlerin bu tempoda gitmesi normal bir şey midir?? En son izlediğim ve çok beğendiğim film 3.10 to Yuma isimli filmdi. O filmde sürekli duygusal anlar vardı, hem iyi hem de kötü karakterlerle bağlar kurabiliyordunuz. Russell Crowe ve Christian Bale filmi IMDB ilk 250 listesine sokan önemli unsurlardı. Bu filmde sadece Everett rolündeki Viggo Mortensen karakterini gerçekten de çok sevdim. Güzel bir karakterdi. Allie, Renee Zellweger, ona yavşadığında kendisine hakim olabildi. (Bunu yapabilmesindeki asıl faktörün Allie rolünde Renee Zellweger'in oynaması olduğunu düşünüyorum=)) Olaylarla ilgili hep güzel yorumlar yaptı, ve zamanı gelince Bragg'i öldürüp Appaloosa kasabasını tek başına, sevgilisini arkada bırakarak terketti. Viggo Mortensen bu karakteri cidden çok iyi taşıdı. Daha önceden de Lord of the Rings'te Aragorn, History of Violance'da Tom karakteriyle büyük takdir toplamıştı.

20 Mart 2009 Cuma

FACTOTUM

Büyük yazar Charles Bukowski'nin 1975'te yazdığı romanından beyazperdeye uyarlanmıştır. Charles Bukowski okurları bilirler, kitaplarında kendi hayatını anlatır, Henry Chinaski ismini kullanır. Amerikan Rüyasını reddetmiş sağlam bir kişiliktir. Zengin olmak için uğraşarak hayatını mutsuz bir şekilde yaşamaktansa 22 yaşında evinden kaçarak ucuz motel ve pansiyonlarda kalarak yazar olma hayalini sürdürür. Yaşayabilmek için fabrikalarda ve depolarda çalışır, kalan zamanlarda ise kısa hikayeler yazar. Ucuz içkiler, kadınlar ve atyarışı da yapmaktan ve kitaplarında anlatmaktan hiç sıkılmadığı diğer şeylerdir. Matt Dillon doğru seçilmiş bu rol için. Aslında biraz daha miserable görünüşlü biri de olabilirdi, ben Charles Bukowski'yi hep öyle hayal ederdim. Lili Taylor ve Marisa Tomei de oyunculukları ile filmi sıradanlaşmaktan kurtarmış bence.



1- Şiirden bahsettiği sahne harika. Yeni başladığı fren kutusu işinde sigara yakıp pencereye çıktığında kamera ağır ağır uzaklaşır ve aynı anda Henry Chinaski şiirden bahseder:
Şiir sokaklar ve kanalizasyonlarla dolu bir şehirdir.
Azizler, kahramanlar, dilenciler ve delilerle...
...basma kalıp sözlerle ve içkiyle,
...yağmur ve şimşekle, kuraklık mevsimleriyle dolu bir şehirdir.
Şiir, savaştaki bir şehirdir.
Kötümser ayyaşlarla dolu bir berber salonudur.
Şiir, savaştaki bir şehirdir.
Şiir, bir ulustur.
Şiir, dünyadır...
Ve sonrasında Jan'i aramaya karar verir..

2- Favori Dialogum:
Pickle Factory boss
: Writer huh? Are you sure?
Henry Chinaski: No, I'm not. I'm halfway through a novel.
Pickle Factory boss: What's it about?
Henry Chinaski: Everything.
Pickle Factory boss: It's about... cancer?
Henry Chinaski: Yes.
Pickle Factory boss: How about my wife?
Henry Chinaski: She's in there too.


Henry Chinaski: Jan was an excellent fuck. She had a tight pussy. And she took it like it was a knife that was killing her.

3- Filmin sonundaki striptease sahnesi çok güzeldi. Henry Chinaski:
If you're going to try, go all the way. Otherwise don't even start. This could mean losing girlfriends, wives, relatives, jobs. And maybe your mind.
It could mean not eating for three or four days. It could mean freezing on a park bench. It could mean jail. It could mean derision. It could mean mockery, isolation. Isolation is the gift. All the others are a test of your endurance. Of how much you really want to do it. And you'll do it, despite rejection in the worst odds. And it will be better than anything else you can imagine.
If you're going to try, go all the way. There is no other feeling like that. You will be alone with the gods. And the nights will flame with fire. You will ride life straight to perfect laughter. It's the only good fight there is.

4-
Doktor: Bu merhemi yaralı bölgeye sürün ve yıkamadan önce 20 ila 30 dakika bekleyin. Kesinlikle 30 dakikadan fazla beklemeyin.
Henry Chinaski: Teşekkür ederim. (Bir süre sonra) Lanet. 30 dakika ha ? Tüm gece boyunca yıkamayacağım ve bütün hepsini öldüreceğim!!

Buradaki mentalite ve saati tamir ederken yaptığı hesaplama gerçekten de Henry Chinaski'ye özgü bir şey. Onu sevmemin gerçek nedeni. Kimseyi takmadan istediğini yapması. Yazar olma isteğini de hiç bir zaman kaybetmemiş olmasını da aynı dikkafalılığa, belki biraz da sikkafalılığa borçluyuz=))

5- Film ile ilgili yorumları okuduğumda özellikle Charles Bukowski okumamış insanların bu filmi hiç beğenmediğini farkettim ve o an film hakkındaki olası yorumlarımı gözden geçirdim. Charles Bukowski'nin bir çok kitabını okumuş ve ona hayran olan biri olarak bu filmi de severek izledim. Ama bakıldığında, Charles Bukowski'nin kitaplarını okumak kesinlikle çok daha eğlenceli. Birlikte olduğu kadınları görmektense onları Henry Chinaski'nin ağzından dinlemek, yaptığı işleri ve kaldığı yerleri görmektense onları hayal etmek çok daha eğlenceli. Bu nedenle, IMDB'den 6.6 almış olmasına şaşmamalı.

19 Mart 2009 Perşembe

REVANCHE

Revanche, cesur sahnelerle başlayan, müthiş çiftlik manzaraları sunan, bizi hiç yormadan, sıkmadan konusunun içine alan harika bir film. "Smooth" diye tabir edebileceğimiz yumuşaklıkta, gerilimsiz ve neden-sonuç ilişkisi içerisinde ilerleyen bir film. Götz Spielmann yönetmen olarak çok iyi bir iş çıkarmış. Çok da ilgi çekici gibi görünmeyen bu konudan bu kadar güzel bir film yapılabilirdi.

1- Filmin en sevdiğim yanlarından biri sırf izleyiciyi şaşırtabilmek için gereksiz girişimlerde bulunulmamasıydı. Sürpriz sonlar yok, iç karartıcı sahneler yok. Filmlerde o kadar alışmışız ki bir yerlerde patlamanın olmasına, bu filmin sonuna kadar "smooth" bir şekilde gitmesi beni çok şaşırttı, bir o kadar da mutlu etti. Alex, Tamara'nın odasındayken Tamara'nın patronu gelince Alex'in yatağın altına saklanıp yakalanmaması; Tamara'nın kolaylıkla otelden kaçması; arabayı kolaylıkla çalmaları; Alex'in bankayı sorunsuzca soyması; Tamara'nın sessizce ölmesi; Tamara öldükten sonra kimsenin Alex'ten süphelenmemesi, polisi olayı araştırırken hiç görmememiz; Alex'in Robert'in karısı Susanne ile Robert'in evinde iki kez seks yapmasına rağmen ve hatta Robert'in eve gelmesine rağmen kolaylıkla evden çıkıp gitmesi... Herşey bu kadar sakin, sorunsuz, süphe çekmeden ilerleyebilir mi gerçekte bilemiyorum ama ilerlerse güzel olabilirmiş onu anladım.

2- Filmin açılışında göle bakarken bir anda birşey atılır gölün içine. Bunun ne olduğu konusunu hiç düşünmeden filmi izleyen onlarca insan olmuştur muhtemelen. Atılan şey silahtı.. Alex ve Robert göl kenarında cinayet hakkında konuştuklarında Alex Robert'in de cinayet nedeniyle çok üzgün olduğunu farkeder ve onu öldürmek için kullanmayı planladığı silahı göle fırlattı. İlk dakikada izlediğimiz sahneyi bu kez de geniş açıdan gördük. Yönetmen neden filmin başına o sahneyi koydu bilemiyorum ama ben sevdim.

3- Çiftlik evi, akordeon, odun kırmak ve yasak seks!! Filmi çekici kılan ikinci önemli unsur da içimizi ısıtan ve kendimizi oyuncuların yerine koymak isteyeceğimiz çekicilikteki sahneler. Alex'in öfkesini odun keserken, Baba Hausner'in mutluluğunu ve hayata bağlanmasını akordeon çalarken görüyoruz. Film Doğu Avrupa'yı çok güzel yansıtmış gerçekten.

4- Tamara ve Alex seks yapmak için gizlice buluştuklarında Tamara çıplak halde telefon görüşmesi yapıp telefonu "muck muck" şeklinde bitiriyordu. Rusça konuştuğu için de altyazıda da neler konuştuğu yazılmadı. Bilerek yapılmış olabilir mi? Alex de anlamıyordu, biz de anlamayalım diye mi, yoksa altyazı hazırlayanlar da bulamadı mı?? 4 farklı altyazıya baktığım halde bulamadım, Rus arkadaşlarımdan çevirmelerini isteyeceğim ilk fırsatta.

5- Filmin ismi Revanche yani intikam ama filmde Alex'in yavaş yavaş intikam almaktan vazgeçişini görüyoruz. Bu vazgeçişin bize verilişi bize "ben de olsam intikam almaktan vazgeçerdim" dedirtecek şekilde oluyor. İntikamdan vazgeçtiğine silahını göle fırlatmasıyla emin oluyoruz. Ve bu sahnenin hemen öncesindeki etkileyici dialog:

ALEX: Kadın öldüğüne göre, daha yüksek bir yere nişan almış olmalısın.
ROBERT: Her şey çok hızlı gelişti. Olanları kendime de
izah edemiyorum.
ALEX: Adamdan korkuyor musun?
ROBERT: Ne demek istiyorsun? Neden korkacağım?
ALEX: Adamın sevdiği kadını öldürdün. Peşine düşüp, seni vurmak isteyebilir. İntikamını almak için.
ROBERT:İzin verirdim... Evet, izin verirdim. Ama ona sormayı çok istediğim bir şey var.
ALEX: Nedir?
ROBERT: Neden kadını yanında, olay yerine getirdi. Kadın araba kullanmayı bilmiyordu, kaçmasına yardım edemezdi. Bankaya da sadece kendisi girdi. Hiç mantıklı gelmiyor... Neden normal bir gezintiye çıkarmış gibi kadını yanına aldı. Hiç sebep yokken kadının olay yerinde bulunması, karmaşanın sebebi oldu. İşte bunu sorardım... Hoşçakal.

18 Mart 2009 Çarşamba

Ultima Parada 174 - Son Durak 174

28. Uluslararası İstanbul Film Festivalinde, Sinemada İnsan Hakları bölümünde gösterime girecek olan "Ultima Parada 174" festival izleyicilerinin beklentilerini karşılayacak bir film. Senarist Braulio Mantovani önceki etkileyici senaryolarına bir yenisini daha eklemiş gibi görünüyor. Cidade De Deus (TanrıKent) ve Tropa De Elite'te de Rio De Janeiro'nun varoşlarında yaşayıp uyuşturucuya, sekse ve çocuk çetelerinin hesaplaşmaları ve polislerin baskınları nedeniyle şiddete bulanmıştık. Bu filmde de bu yönlerden hiçbir eksilme yok. Filmin temposu hiç düşmüyor, bu nedenle bu film, sanatsal ve ağır ilerleyen klasik festival filmlerinden kolaylıkla ayrılacaktır. Filmin konusunu gerçek bir hikayeden almış olması filme ayrı bir gerçeklik katıyor.

1- Ultima Parada 174'te verilmeye çalışılan karmaşık ve şiddet dolu şehir imajı tam da olması gerektiği gibi veriliyor. Seks sahnelerinin- bir fahişe ile bir kokain bağımlısının- apaçık görüntülenmesi, masum kadınların ve bağımlı sokak çocuklarının yok yere öldürülmesi, elinde makineli silahlarla nöbet tutan ve kendini dünyanın sahibi zanneden 15 yaşındaki gençler..

2- Ale'nin birçok şans bulmasına rağmen iyi tarafa yönelmemekteki kararlılığı çok ilginçti, ve kötü sonlandı. Bu şanslar ona gelmiş olsa da, şiddetin içinde sokak çocuklarıyla büyüyen birinin eline geçen ufacık temiz ve düzgün bir hayat sürme şansını kullanabilmesi için aziz olması gerekir.

3- Ale'nin okuma yazma bilmiyor olması normal karşılanabilir, ama reddetmesi ilginç. En ilginci de mükemmel rap yapmasına rağmen eğer yaptıklarını kaydedip tekrar ederse yeni sözlerin aklına gelmeyeceğine inanıyor olmasıydı. Benim çok hoşuma gitti böyle bir düşünce tarzı. herkesin futbolcu, uyuşturucu satıcısı, model olarak kurtulmaya çalıştığı fakir mahallelerden kurtulmak için bile olsa ona yaratıcılık kazandıran özelliğini korumaya çalışması, ve en azından bunu savunması çok hoşuma gitti.

4- Tropa de elite'teki özel tim polisleri de burada da oynuyor. Filmin başında ben de onu merak ediyordum. Benzer zamanlarda geçip geçmediğini bilmiyordum ama eğer öyleyse Ultima Parada 174'teki özel güçlerin Tropa de Elite filmindekilerle aynı olmasının daha gerçeklik katacağını düşünmüştüm, güzel oldu..

5-Annenin Ale'yi kendi çocuğu zannetmesini anlayamadım. Ultima Parada 174'te verilmeye çalışılan mesaj neydi? Aceba, tanrıya o kadar inanıyordu ki, ona oğlunu vereceğine inandı ve o nedenle de Ale isimli çocuk duyunca kendi çocuğu olduğunu mu zannetti? Özetle, dine olan inancın bazen insanın kendini kandıracak dereceye çıkıtığından mı bahsediliyordu??

6- Ultima Parada 174'teki Favori Dialogum:
Soninha: İyi bir rap' çisin! Neden onları bir yere yazmıyorsun?
Ale: Yazamam.
Soninha: Onları ben yazacağım, böylece unutmazsın.
Ale: Öylece unutmayı severim. Yenisi ile gelebilirim.
Soninha: Aptal. Bununla para kazanabilirdin.
Ale: Para kazanıyorum. Şimdi, seninle evlenmeliyim.

17 Mart 2009 Salı

İzlemeyi Düşündüğüm Filmler

Sinemada İnsan Hakları:
  1. Sonbahar
  2. 8th Wonderland
  3. Ultima Parada 174: Özel tim ve Tanrıkent'in senaristi.*************
  4. 8
Uluslararası Yarışma:
  1. Welcome
  2. Tony Manero*********
  3. $9.99
Ulusal Yarışma:
  1. Uzak İhtimal
  2. Hayat Var
  3. Gölgesizler
Aşk Olsun:
  1. LÅT DEN RÄTTE KOMMA IN : Gir Kanıma: IMDB: 8.3*********
  2. Kirschblüten - Hanami: Kiraz Çiçekleri: IMDB: 7.8
  3. La Belle Personne: Güzel İnsan
Yıllara Meydan Okuyanlar:
  1. MARIA LARSSONS EVIGA OGONBLICK: Ölümsüz Anlar
  2. LES PLAGES D'AGNÈS:Agnes'in Plajları
Dünya Festivallerinden
  1. Goodbye Solo
  2. Summer: ****************
  3. BRÚDGUMINN: Belalı Düğün
  4. Eldorado: ****************
  5. Flammen & Citronen*************
  6. Somers Town ***************
  7. Revanche ******************
Genç Ustalar:
  1. Lake Tahoe: **************
  2. A Nyomozo- İz sürücü
  3. Nord- Kuzey
  4. VOY A EXPLOTAR: Im gonna explode.
  5. Unmade Beds:
  6. MUUKALAINEN - the visitor
  7. Chicago 10 ***********
Kapanış Filmi:
  1. Okuribito: The Departure



15 Mart 2009 Pazar

THE WRESTLER

1- Uzun süreden beri izlediğim en etkileyici filmlerden biri. Konusu slumdog millionaire, benjamin button, milk kadar çarpıcı olmayabilir, ama o filmlerde görmediğim gerçekliği bu filmde sonuna kadar buldum. Darren Aranofsky pi, the fountain ve requiem for a dream'den sonra bu filmde de harikalar yaratmış. Mekanlar, oyuncu seçimleri, senaryo, zaman konusunda en ufak bir sıkıntı hatırlamıyorum. IMDB'den aldığı 8.5 puan ve 71. sıra da bu film için çok uygun. İlk 100'den hiçbir zaman inmeyeceğine inanıyorum ve Mickey Rourke'un da bu performansının unutulmayacağına eminim.
2- Mickey Rourke'un en iyi erkek oyuncu oscar'ını Sean Penn'e kaptırması beni şaşırttı. Akademinin her zamanki gibi gay rollere ekstra kredi vermesi sıkmaya başladı. Milk'i seyrettiğimde "aman tanrım, bu adam rolün hakkını vermiş" dedim, ama Mickey Rourke'u izlerken rol yaptığı bile aklıma gelmedi. Zaten karşı görüşü savunanların argümanları da Sean Penn'in Harvey Milk'i canlandırırken çok zor bir iş yaptığı ama Ram karakterini, yani artık pek işe yaramayan eski bir güreşçiyi canlandıran Mickey Rourke'un işinin daha kolay olduğuydu. Buna kesinlikle katılmıyorum. Oscar'ı sonuna kadar hakeden kişi kesinlikle Mickey Rourke'dur.

3- Peki bu film Darren Aranofski'den beklentileri karşıladı mı? Bu sorunun cevabını bulmak gerçekten zor. Requiem for a dream bir çok insanın sinema dendiğinde aklına gelen ilk filmdir, ve yeri onlar için her zaman ayrıdır. Bu film sonrasında Darren Aranofski'ye hayran olan insanların The Wrestler'ı beğenmelerine rağmen bir tatminsizlik yaşayacaklarına inanıyorum. The Wrestler kafası birçok sorunla dolu olan bir adamın dünyasına sokuyor bizi. Yıllardır görmediği kızı ile arasını düzeltmeye çalışırken herşeyi yeniden berbat etmesi, striptiz kulübünde çalışan bir kadın ile yaşadıkları, geçirdiği kalp krizi sonrasında emekli olmak zorunda kaldığında onun saygı gördüğü tek yerin aslında ringler olduğunu farketmesi ve tekrar ringlere dönme kararı alması.. Bütün bu dramatik sahnelerde frklı sinema teknikleri kullanmak filmin gerçekçiliğinden birşeyler kaybettirmez miydi? Requiem For A Dream'deki gerçeklik ve tempo The Wrestler'da da aynı şekilde vardı.

3-Ayrı bir başlık açılması gereken bir konu da,bu filmde yüzlerce defa vurgulanmaya çalışılan şey olan, ringlerde saygı duyulan biri iken dışarıda çok yetersiz kalma durumu. Çocuklar ile nintendo oynarken bile güreş oynuyor, hiç yetişkin arkadaşı yok, evsahibi onu eve almıyor, çalıştığı iarküteri işi berbat, kızı ile arasını düzeltemeyecek kadar düzensiz, AMA ringde binlerce insan onu hayranlıkla izliyor ve her dövüş sonrasında soyunma odasında alkışlarla karşılanıyor. Bu durum Aranofsky tarafından özellikle vurgulanmış bence. Ayrıca kızı ile arasını tam düzeltecekken bunu başaramaması konusunda dikkatimi bir şey çekti. Randy "The Ram" film boyunca herkesle iyi geçinen biri gibi göründü. Sevdiği insanlara hep kibar davrandı. Kızı ve Cassidy ile birlikteyken onların istediği oldu genelde. Kızını akşam yemeğine ikna etti, ama kızı cumartesi gecesi daha iyi olur dediğinde Randy bu sahnede bir an duraksadı. Burada kızına cuma daha iyi olur diyebilecek gücü bulamadı haftasonları güreşmesine ve çalışmasına rağmen. Tabi şu da var, o haftasonu kokain içip bir kadınla sevişti!!

4-Filmin bu şekilde bitmesi ayrı bir tartışma konusu. Beni tatmin etti. Ringde ölmüş olması, ya da bir kalp ameliyatı daha geçirmesi, kızının ziyaretine gelip gelmemesi, Cassidy'nin orada olduğu gerçeği filmi uzatmaktan başka bir işe yaramazdı. Benim genelde filmlerde sevmediğim taraflar filmin konusunun doruğa ulaştıktan sonra inanılmaz bir inişe geçmesi olur. Bu filmde ben cevabımı alıyorum, filme daha büyük resimden bakan bir insan da kolaylıkla cevabını alabilir. Hatta cevabı Mickey Rourke'un şarkütericide çalışmayı bırakmasından itibaren alıyoruz. Gerçek dünyanın ona göre olmadığını anlayıp ringlere dönmeye karar veriyor ve bu şekilde ölmeyi tercih ediyor çünkü güreşmediği sürede de ölüden bir farkı yok. Cassidy, Randy'nin evine gittiğinde ve dövüşü izlemeye gittiğinde Randy onunla hiç ilgilenmiyor, aynı cevap buradan da alınabilir. Hatta aklıma bir sahne daha geldi, Randy'nin yaka kartında Robin yazıyordu. Burada da onu olmadığı biri olarak görme konusunda bir gönderme var diye düşünüyorum. Sonuç olarak, filmin bitişi Randy'nin ölüp ölmemesi değil, Randy'nin dünyadan yeniden kopup güreşe dönüşüdür. Bu muhteşem son için de Darren Aranofsky'yi tebrik ediyorum..

5- Ve favori dialoglar:
Randy 'The Ram' Robinson: Goddamn they don't make em' like they used to.
Cassidy: Fuckin' 80's man, best shit ever !
Randy 'The Ram' Robinson: Bet'chr ass man, Guns N' Roses! Rules.
Cassidy: Crue!
Randy 'The Ram' Robinson: Yeah!
Cassidy: Def Lep!
Randy 'The Ram' Robinson: Then that Cobain pussy had to come around & ruin it all.
Cassidy: Like theres something wrong with just wanting to have a good time?
Randy 'The Ram' Robinson: I'll tell you somethin', I hate the fuckin' 90's.
Cassidy: Fuckin' 90's sucked.
Randy 'The Ram' Robinson: Fuckin' 90's sucked.