28 Mart 2009 Cumartesi

Bedtime Stories (2008) - Gerçek Masallar



Yönetmen:Adam Shankman

Oyuncular:

Adam Sandler: Skeeter Bronson

Keri Russell: Jil

Guy Pearce: Kendell

Courteney Cox: Wendy

Teresa Palmer: Violet Nottingham

Russell Brand: Mickey

Senaryo: Matt Lopez

IMDB Rating: 6.2

Rahatlıkla söyleyebilirim ki, karşımızda çok renkli bir film var. Çocuklar için çekilmiş Amerikanvari bir komedi diyebiliriz Bedtime Stories için. Basit ve insanı yormayan senaryosuyla sinemaya çocuklarını götürmek isteyen ailelerin tercih edebilecekleri bir film. Amerika'da da $40milyon'lık hasılata ulaşan filmde verilmeye çalışılan en derin mesaj ise iyilerin kötülerle savaşında iyilerin daima kazanacağıdır. Filmin bu açılardan çok zayıf olduğu ortada, ama bunlardan bahsetmenin gerekli olduğunu düşünmüyorum. Filmi yapan kimsenin sanatsal açıdan ortaya birşey koyma çabasında olmadığı apaçık ortada. Bunun için geçerli nedenleri var kesinlikle. Öndelikle, hedef kitleleri sinemaya gitmeyi bir aktivite olarak gören, bunu yaparken de eğlenmekten başka amacı olmayan gençler ve aileleri tarafından sinemaya götürülen ve masalsı anlatımlar, renkli rüyalar görmek, bolca gülmek isteyen çocuklar. Ayrıca, filmi eğlenceli hale getiren hikayeler yatmadan önce anlatılan masallara bağlı olarak geliştiği için filmi izleyen çocukların uyku öncesi masal sessionlarında ufak bir değişim olacaktır. Çocuklar artık filmde "komünist hikayeler" olarak geçen klasik ve öğretme orientli masallar yerine interaktif olarak gidişata katılabilecekleri yaratıcı masallar duymak isteyeceklerdir. Belki de bir süre sonra "Bedtime Story Teller" aranan masallara rastlarız. Türkiye'de değil tabi.. Unutmamak gerekir ki, uyumadan önce okunan ya da dinlenen herşey normal değerlerin üzerinde akılda kalıcılığa sahiptir.. Çocukları ile sinemaya gitmek isteyen ailelere önerebileceğim bir film. Çocukların keyif alacağına eminim. Bu aralar animasyonların bu segmenti hakimiyeti altına aldığı düşünülecek olursa, yemek yapan farelere, grev yapan arılara ve ailesini arayan balıklara katlanamayan anne ve babaların bu filme ilgi göstermesi çok da şaşırtıcı olmaz. Adam Sandler daha önceki filmlerinde sanki bu filmdeki rolüne göre daha ön planda gibiydi. Ek olarak, daha önceki Waterboy/Sucu Çocuk gibi filmlerindeçok daha fazla gülmüştük. Bu filmde masalsı şeyler oluyor ama çok da komik değil yani güldüğüm sahneler sayılıdır. Büyük gözlü, şaşkın ve obur yaratık (Giunni Pig) çok tatlıydı. Onun da filmdeki rolü diğer yanrollerdeki oyuncularınkinden az değildi..

Filmin açılışında Adam Sandler'ın küçüklüğünü, babasının otelinde geçirdiği eğlence dolu günleri görürüz. Babası oteli tek şartla satar; İlerde otelde oğlunun çalışması garanti edilirse.. Oğlunun oteli yönetmesini hayal ediyordu tabi, ama Adam Sandlar'ın otelde sıradan bir elektrikçi olarak çalıştığını görürüz. Bundan sonra olaylar gelişmeye başlar, otelin patronu otelin yönetimini Guy Pearse'ın canlandırdığı Kendall'a bırakmaya karar verir. Kendall aynı zamanda Otel sahibi Barry Nottingham'in sosyetik ve seksi kızı Violet ile birliktedir. Skeeter, bir okulda müdür olan ablası ile yıllardır görüşmemektedir çünkü ablasının eski eşi Skeeter'ı hiç sevmemektedir. Skeeter'in ablası Wendy ile kocası ayrılmıştır ve Wendy'nin de Arizona'da bir iş görüşmesine gitmesi gerekmektedir. Bu nedenle, geceleri çocuklar Patrick ve Bobbi'yi Skeeter'a bırakmaya karar verir Wendy. Skeeter geceleri çocuklara bedtime story, yani uyumaları için masallar anlatır. Kendi miserable hayatından uyarladığı masalların gidişatına çocuklar da karar verir. Ertesi günler, o gece masalda anlatılanlar gerçekleşmeye başlar. Skeeter oteli yönetmek için Kendall ile eşit şansa sahiptir artık, ve karar tam bir hafta sonra verilecektir. Bu sırada, her gece çocuklarla masal seansı devam etmektedir. Skeeter masalların gerçek olacağını bildiği için hikayeleri kendi istediği gibi gitmeye zorlar, ama başarısız olur. Violet'i öpmeye çok yaklaşmışken bir cüce Skeeter'a tekme atar, gökten renkli sakızlar yağar gibi. Son gece, masal olarak yarınki sunumu seçmiştir Skeeter. Herşey çocukların elindedir, ama çocuklar Kendall ile Skeeter'ın savaşını Skeeter'a kazandırmalarına rağmen Skeeter'ın sonrasında yanacağını söyler. Aslında burada kullanılan ingilizce kelime "fire" hem yanmak, hem de kovulmak anlamına geliyor, bu nedenle filmi türkçe izleyenler bu kısımdaki espriyi anlayamayabilir. Skeeter gerçekten de otelin yöneticisi olur, ama ateşli herşeyden kaçarken sergilediği davranışlar nedeniyle kovulur. Sonrasında da ablasının okulunun yıkımını engelleyip daha farklı bir otel projesi sunarak olayları tekrar düzene sokar, çocukların gün içindeki bakıcısı Jill'i öper.. Sonrasında da çok şaşırtıcı (!) bir sahne ile, Kendall'ın hizmetçi olduğu sahne ile, film biter.







26 Mart 2009 Perşembe

Güneşi Gördüm


1- Bu filmi seyredeli 2-3 saat oldu henüz, ve kimsenin yorumuna bakmadan film hakkında hissettiğim ve düşündüğüm herşeyi hiçbir etki altında kalmadan söylemek istiyorum: Harika:p, tabi ki değil, rezalet!!! Nasıl olur da bu sikindrik film bu kadar olumlu eleştiri alır!! Kim beynini yıkadı bu kadar insanın, bu nasıl bir mantalitedir, nasıl olur da herkes beğenir bu filmi? Çok merak ediyorum, hiçkimsede sinemaya gidip film izlerken bir sinemasal kaygı yok mu? Yat babaannenin anneannenin birinin kucağına, anlatsın sana böyle dramatik hikayeler, yokluk, açlık, fakirlik.. Git babanın yanına, anlatsın sana 1980 dönemiyle ilgili klişe fikirlerini.. Git Harbiye'ye, Tarlabaşı'na, gör travesitleri, konuş onlarla, anlatsınlar sana acıklı hikayelerini, anla aslında onların da bir kalbi ve vicdanı olduğunu, hasta babalarının evde onlara muhtaç olduğunu, Allah'ın onları öyle yarattığını.. Git bir dilencinin, bir hamalın yanına, anlatsın sana yokluk yüzünden İstanbul'daki amcaoğlunun yanına gelişini, yaşadığı binlerce zorluğu.. Git bir teröristin ifadesini oku, gör onun da bir ideolojisi olduğunu, şehit babasını seyret televizyonda, duy ağlarken yine de "vatan sağolsun" diyebilecek gücü kendinde bulabildiğini.. Ama Mahsun Kırmızıgül, gelip benim karşıma, ben yönetmen oldum deme!! Birsürü konuyu yaşanmış dediğin bir hikayede gözümüze sokarak film yaptığını zannetme.. Hem terörüstlere, hem kürtlere, hem de türk halkına sempatik görünebilmek için herkesin nabzına göre şerbet verme.. Neymiş, terörist "dağlara gel dağlara" dermiş, asker "dağlar seni delik deşik ederim" dermiş, dağlar ise rahat etmek istermiş.. Bu nasıl bir yalakalıktır ya!! Milyon dolarları kazandığın filme bak.. Yönettiğini zannettiğin filme bak, olmamış Le le Mahsuuuun, annen çağırıyo Mahsuuun.. Bırak film yapmayı, git bak annen çağırıyo, terörist çağırıyo, dağlara git dağlara, ama böyle olcaksa bir daha film yapma.. Film boyunca mesaj verip durdun, kime bu kadar mesaj Mahsuuun, kime?? Ne bekliyordun, İstanbul'un hatta Türkiye'nin değişik kesimlerinde yaşanan her acıklı momentleri filmine koyunca iyi yönetmen mi oldun? Milyonlarca insanı kandırabilirsin adamım, ama ben yemedim, yemeyen binlerce insan var, bunu biliyorum. Akraba evliliği yüzünden sakat çocuk doğurmuşsun göster; terörist ölünce ağıt yak göster; şehit haberi vermeye git, askeri de tanıt ve sevdir ki, önceden, seyirci bir bağ kursun, şehit olması bir kat daha üzsün bizi; köyü boşalt İstanbul'a göç et, tutunama orda, bunları göster; tek oğlunu kaybet, göster, göstr de göster, daha neler neler!!

2- Filmin konusunu nasıl anlatayım. Ortada bir konu yok, film tam bir karmaşa. Kars'taki bir köyde Mahsun'un köyünü görürüz. Mahsun'un erkek oğlu olur, ona güneşi gösterir. Sonra köyün yakınlarında bir çitışma olur, askerler köyün teröristlere yataklık yaptığına karar verir, köyü boşalttırır, Mahsun ve ailesi İstanbul'a göçer, bir grup Mersin'e gider, bir grup da Norveç'e. Mersin'dekiler hemen iş bulur, Norveç'tekiler de vatandaşlık alır, ama İstanbul'da işler kötü gider. Mahsun'un karısı ameliyat olur, küçük çocuk ablaları tarafından yıkanmak için çamaşır makinesine koyulunca ölür, çocuklar mahkeme kararıyla çocuk esirgeme kurumu tarafından devlet himayesine alınır. Travestilerle tanışan kardeş de şiddete maruz kalınca evden kaçar ve travesti olur, sonunda da öldürülür abisi tarafından. Mahsun, karısı iyileşince köye, o kavganın içine, dönmeye karar verir. İstanbul büyüktür, yutar adamı mahsuuun.. Film Devlet Ana ve Devlet Baba çelişkisiyle biter. Karısı tedavi edilir, kızlara devlet sahip çıkar ama terör onları perişan etmiştir de.. Terörist kardeşle asker kardeşin karşılaşması da ayrı bir hikaye, olmasa şaşardım..

3- Retarded ablanın yıkamak için bebeği makineye atması tüyler ürperticiydi. Sahne vahşiceydi, Mahsun'un haberi aldığında verdiği tepki çok iyiydi, yerde sıçrayarak can çekişen balıklar Mahsun'u anlatıyordu.


4- Travesti arkadaşın öldürüldüğü sahne çok başarılıydı. Soyunup sadece jartiyeri, küpeleri ve makyajlı suratıyla kalıp "Öldüğümde Allah'a sorucam, beni neden kadın olarak yaratmadığını" demesi, abinin öldürmekten vazgeçtiği anda abisini bir anda tahrik etmeye başlaması, bir çok erkekle her pozisyonda seviştiğini söylemesi.. Ölürken güneşi görmesi çok klişe olmuş ama sahnenin orijinalliği kapatıyor bunu. Çok beğendim gerçekten bu sahneyi de.. Favori sahnem kesinlikle. Bunun dışında, çamaşır makinesinde kameranın olduğu sahneler, Norveç manzaraları, köy manzaraları ve tren yolculuğundaki çekimler satisfactory'ydi.

5- Son olarak da ağıt sahnesinden ve erkek çocuk için Mahsunun dua ettiği sahneden bahsetmek istiyorum. Ağıt sahnesi çok güçlüydü, "Güneşi Gördüm'deki ağıt sahnesi harikaydı" dedirtecek yıllar sonra bile.. Yakılan ağıtlar bu filmdekiyle kıyaslanacak ilerleyen zamanlarda da.. Mahsun 7 tane adak adadı erkek çocuk için, ama adakların yerine getirildiğini görmedik.

Die Welle - (The Wave) / Tehlikeli Oyun



1- 2008 yapımı mükemmel bir film var karşımızda. Bir öğretim görevlisi olarak istediğiniz course yerine başka bir tanesinin verilmesi durumunda isteksiz davranabilirsiniz ve bu isteksizlik dersi anlatmanıza ve öğrencilerinize yansır. Die Welle'de ise bir Tarih öğretmeni olan Herr Wenger'e Anarşi dersini istemesine rağmen Otokrasi dersi verilince öğrencilerine otokrasinin temel prensiplerini daha iyi anlatabilmek için bir oyun başlatır. Tahmin edebileceğiniz gibi bir süre sonra bu oyuna kendini çok kaptıran öğrenciler durumun kontrolden çıkmasına neden olur. Aksiyon dolu ve ilginç konusuna hızlı müzikler ve hareketli kameralar eşlik edince sizi hiç sıkmayan mükemmel bir film ortaya çıkmış. 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü'ne layık olan Die Welle için birçok olumlu eleştirilerden başka aklıma gelenler ise kurgudaki zayıflık ve uyarlandığı kitabı filme sığdıramama eksikliği. Die Welle'nin kitap halinden senaryoya dönüştürülürken bir takım değişiklikler yapılmış. Kitapta hikaye Amerika'da geçerken filmde Almanya'da geçiyor. Filmin sonunda da kitabın sonuyla uyumsuzluklar varmış. Kitabı filme sığdıramama derken kastettiğim şey ise kitabı okurken hayalgücümüzle kurduğumuz dünyayı filmde görsel olarak bulamama eksikliğinden bahsediyorum.
Yönetmen Denis Gansel, senaryo da Denis Gansel'in, Todd Strasser'in romanından uyarlaması. Alman sinemasının önemli isimlerinden Jurgen Vogel, Reiner Wenger rolünde. Diğer rollerde ise tanıdığımız kimseler yok.

2- Filmi anlatalım biraz da.. Tarih öğretmeni Reiner Wenger otokrasi dersi verirken konuyu daha iyi öğretebilmek için kendisini sınıfın lideri ilan eder ve sınıftaki öğrencilere daha otoriter bir şekilde davranmaya başlar. Öğrencilerinin ona itaat etmesini bekler. Bu tarz bir oyun öğrencilerin hoşuna gidince Herr Wenger bu durumu daha da ileri götürür ve sınıftaki öğrencilere birlikten kuvvet doğacağı fikrini benimsetir. Öğrencilerin bir grup gibi örgütlenmesini sağlar. Die Welle isimli bir grup kurarlar, ve bu grubun bir selamlaması, bir logosu-sert bir dalga, üniforması- beyaz bir gömlek-, ve bir de websitesi vardır. Sınıfta ve sınıfın dışında Die Welle'ye katılmayanlara karşı birlikte hareket ederler. Binlerce sticker bastırarak şehrin her tarafına bu stickerları yapıştırırlar, anarşist gruplara karşı birbirlerini kollarlar ve ait oldukları bu grubu daha da sahiplenmeye başlarlar. Evde ve çevresinde ciddiye alınmayan sevgiden yoksun gençler bu gruba sıkı sıkıya tutunarak kendilerini ifade etmeye çalışır, ne yazık ki grubu bir ders projesi olma amacından saptıran da bu durum olur. Bir silah satın alan Tim liderleri olan Herr Wenger'i koruma görevini üstlenir. Aslında bu çok paranoyakça bir tepkidir çünkü Herr Wenger için bir tehlike yoktur. Ayrıca, filmin son dakikalarına kadar da Herr Wenger'in bu grubun bu hale gelmesinden zevk alıp almadığını anlayamayız, ki bu filmin senaryosunda en kafa karıştırıcı noktadır. Bazı ipuçları Herr Wenger'in zevk aldığını ve grubun hala kontrol altında olduğunu düşündürür bize. Örneğin, karısının evi terketmesiyle son bulan tartışmada bu grupta ona biçilen rolün ona verdiği özgüvenin ve aidiyetin payı büyüktür. Normal şartlarda söylemeyeceği sözler söyleyerek karısını suçlar. Aynı şekilde, Marco'nun da Karo ile benzer şekilde tartışması ve ona vurması bu tartışmaların nedeninin Die Welle'de olmanın verdiği özgüvenin sonucu olduğunu destekler nitelikteydi. İşler kötüye gitmeye başlamıştır, ve kötü sondan önceki sahne büyük önemi olan sutopu maçının oynandığı sahnedir. Herr Wenger aynı zamanda sutopu takımının da koçudur ve birkaç Die Welle üyesi de takımda oynamaktadır. Die Welle üyelerinin ne kadar agresifleştiğini gördüğümüz maçın ardından Herr Wenger grubu sonlandırmaya karar verir ve ertesi gün herkesi salona toplar. Başlangıçta Hitlervari bir giriş yapar ve o anda herkesin faşist yanı ortaya çıkar. Onları eleştiren Marco'yu hain ilan ederler ve Herr Wenger'in dediklerine harfiyen uyarlar. Ama bu sadece Herr Wenger'in onlara oynadığı küçük bir oyundur, ve amacı gücü eline geçiren bir grubun nasıl da bir anda davranışlarının değiştiğini göstermektir. Sonrasında da grubun dağıldığını ilan eder. Bunun üzerine şaşıran insanlar, duruma tepki gösterir ama hiçbir tepki Tim'inki kadar ciddi değildir. Kendini grupta ifade etme fırsatı bulan Tim bu kararın ardından silahını çekip önce bir arkadaşını vurur, ardından intihar eder. bu vahşetin yaşanmasının sorumlusu olarak Herr Wenger tutuklanır, ve film biter. Konusu böylesine ilginç ve güçlü olan bu film yönetmenin başarısı sayesinde çok tatminkar bir hal almış.

3- Filmle ilgili bir eleştiri öğrencilerin çok çabuk ısınması bu otokrasi ve Die Welle olayına. Bu inandırıcı değildi. Filmin gerçek bir hikayeye dayanması nedeniyle eleştirinin yönü olayın inandırıcılığından hızına dönüyor. Evet böyle bir şey olmuş ama bu kadar çabuk olamaz şeklinde, ama düşününce bu gerçek hikaye tam bir hafta sürüyor. Gün gün insanların ne yaptığını görüyoruz. Adamların gazlığı konusunda hemfikirim herkesle. Tartışılan bir diğer konu ise Herr Wenger'in son sahnede kameraya bakışının ne anlama geldiği. "Dördüncü duvarın yıkıldığı", yani oyuncunun kameraya bakarak varolan hayali duvarı yıkarak seyirciye mesaj verdiği sahnede anlatmaya çalıştığı şey şuydu; bir öğretmenin bile insanları bu kadar etkileyebildiği bir yerde gücü ve mevkii olan birinin neler yapmaya capable olduğu, ve bu üzücü bie şekilde sonlanan olay ve dağılan hayatı nedeniyle bir parça da kaygı ve pişmanlık.

4- Benim filmde sevmediğim birkaç sahne vardı. Birincisi Herr Wenger'in karısının bu fıs rolde bile bok gibi oynayıp beni filmden soğutması.
Ayrıca filmdeki parti sahnesi boştu, hehehehehe beyaz gömlekli gençler eğleniyo falan, tamam bunların parti olayına girmesi güzel de, filmin 10 dakikasını partiyi göstererek harcamak saçma olmuş.
Die Welle'nin temposu çok iyi, ama 105 dakikada anlatılamayacak bir konu olunca sıkışmış tabi yönetmen. Kitabını okurken güzel güzel hayal edilebilecek birsürü önemli ayrıntı 20 saniye gösterilince hem ayrıntının içine sıçılıyor, hem de görüntü nedeniyle hayal kuramıyoruz. Beni rahatsız eden şeylerin kaynağı buydu aslında.
Anarşinin hocasının kısıtlı oyunculuğu da sıkıcıydı. Adamı toplasan 5 kere gördüm ama nefret ettim, hem karakterinden, hem olmayan oyunculuğundan.
Tim çok eğlenceli bir karakterdi. Derste gaza gelip tüm Nike eşyalarını yakması, yüksek çatıya korkmadan tırmanması, Herr Wenger'in evinde sabaha kadar nöbet tutması kimsenin kendisini ciddiye almadığı bir ortamda kendini öne çıkarma çabasının pathetic sonuçlarıydı, ama orijinal bir karakterdi.

5- Die Welle, Favori Dialoglar:

X: Söylesene, günümüzde neye ve kime karşı çıkacağız? Zaten ne anlamı var ki?
Herkes kendi zevkine düşmüş. Neslimizin en büyük eksiği bizi bir araya getiren ortak bir amacımızın olmayışı. Zamanın ruhu, etrafına baksana.Google'da en çok kim aranıyor?
Paris "Fucking" Hilton!!
Y: Yok be.
X: Evet öyle.



25 Mart 2009 Çarşamba

Eldorado



1- Eldorado, komedi ve dramın ilginç heterojen karışımı. Eldorado komedi gibi başlayıp iç karartıcı bir sonla bitiyor. 4 aydır evimde kalan çok sevdiğim arkadaşıma güle güle demiş evde yalnız yalnız otururken komedi zannettiğim Eldorado'yu izledim. Yvan'ın sonlarda yaşadığı hayal kırıklığının ve terkedilmişliğinin daha fazlasını ben yaşadım sanırım. 28. Uluslararası İstanbul Film Festivalinde gösterime girecek Eldorado. Yönetmen ve senarist Bouli Lanners aynı zamanda başrolde oynuyor. Eldorado'da tanıdığımız, herhangi biryerlerden bileceğimiz bir oyuncu yok, ama oyunculuklar da kötü değildi. Kamera kullanımı da bence hoştu. Genelde uzak çekim vardı, ve bu da manzaranın daha başarılı bir şekilde kullanılabilmesini sağlıyordu. Kısa ve eğlenceli dialoglar filmin akıcılığını ve izlenebilirliğini artırıyor. Ayrıca Eldorado'yu çekici kılan bir diğer unsur da müziklerdi. Davendra Banhart Eldorado'nun müziklerini yapmış, daha önce dinlememiştim ama şimdi internette soundtrack'ini arıyorum..

2- Eldorado, 40lı yaşlarındaki bir adamın evinin soyulmakta olduğunu farketmesiyle başlıyor. Hırsızı yatağın altında kıstıran adam polisi aramayarak hırsızla anlaşmaya çalışır. İlerleyen dakikalarda hırsıza acıyarak biraz para vererek hırsızı otostop çekeceği yere kadar bırakır. Bir süre sonra Didier'i- hırsızı-hala beklerken görünce onu Fransa sınırındaki aile evine kadar götürmeye ikna olur. Bu süreden sonra film bir yol hikayesine dönüşüyor bu arada. Yolda başlarına ilginç olaylar gelince bu ikili birbirine ısınmaya başlar. Arabayla kaza yaparak bir camping alanında geceyi geçirirler, yardım istedikleri adam bir nüdisttir, buz gibi bir ırmakta duş alırlar, zor da olsa bir süre sonra Didier'in evine ulaşırlar. Didier Yvan'a eve gelmesi için ısrar edince Yvan kıramaz. Evde geçen zamanda Yvan Dider'in annesi için üzülür, zamanında kendi ailesine ilgi gösteremediğini hatırlayarak annesi için bahçeyi düzenler. Sonra evden ayrılırlar ve Didier Yvan'dan kendisini şehire bırakmasını ister. Şehre ulaştıklarında yolda bulup aldıkları yaralı bir köpeği sakinleştirmek için uyuşturucu almak için çıkan Didier geri dönmez, Yvan da hayal kırıklığı içinde yeniden yola koyulur.
Filmin genelinde olmayan etkileyicilik özellikle 2 sahnede fazlasıyla vardı; Didier'in annesi için bahçe işine girdikleri sahne ve Didier'in geri dönmemesi. Didier'in uyuşturucu bağımlısı olduğunu bilen Yvan böyle bir şey tahmin etmekteydi ama gerçekleşmesi üzücüydü.

3- Karavanın içinde yağmurun dinmesini ve sabah olmasını beklerken hasta olmamak için yastık ve yorgan kılıfını üzerlerine geçirdikleri sahne Eldorado'nun en komik sahnelerinden biriydi.

4- Yvan'ın yerinde olmayı kesinlikle istemezdim. Evinize giren hırsızla arkadaş oluyorsunuz ama o eline geçen fırsatta sizi terkediyor. Bu nedenle intihar eden birsürü insan tanıyorum:p Ayıp yani senin bu yaptığın dedim izlerken. Filmde de Didier'in böyle karakterde bir insan olduğunu göstermeye çalışmışlar zaten.. Ailesini de terkedip şehirde sürten, kimseye faydası olmayan biri.

5- Favori dialoglar

God is great.
God is everything...
Without faith you have nothing!
It's true, sir.
I cannot swear, but i swear it.
With my right hand.
And if I'm not Christ...
may God send a thunderbold
right now,
to strike me down.
I am Christ, the Messiah.
But i haven't returned
to be crucified a second time.


Yvan: We need to find something to say.
Didier: Exactly, we need a subject.
Yvan: A subject can be hard to find, talking to your thief.
Didier: I'm not a thief.
Yvan: You could have fooled me.
Didier: No. I'm not a thief.
Yvan: You came to steal from me. I call that a thief.
Didier: No. I'm not a thief. I had no choice, that's all.
Yvan: Someone made you?
Didier: No.
Yvan: So why say that?
Didier: I just had no choice.
Yvan: Someone made you do it?
Didier: No.
Yvan: So why say you had no choice?
Didier: Because.
Yvan: Because what?
Didier: Because.
Yvan: Because what?
Didier: Because.
Yvan: Want me to tell you why? Because you're a goddam junkie!
Didier: I'm not a junkie.
Yvan: And I'm not fucking stupid.

Let The Right One In (Låt den rätte komma in)


1- Eğer bloguma bakarsanız, Twilight ile ilgili yorumlarımı da 2-3 gün önce yapmış olduğumu görürsünüz. İçinde vampir teması olan ama aksiyondan çok aşk barındıran filmler görüyoruz. Vampirlerin işlendiği klasik filmleri pek sevmiyorum, ama bu şekilde kullanıldığında ilgimi çekiyor açıkçası. Bu yıl Alan Ball'un yapımcısı olduğu True Blood isimli dizi de vampirlerle ilgiliydi. Let The Right One In, Twilight ve True Blood'da ortak nokta vampirlerin insanlarla yaşadığı aşklar. Bu saydığım üçlüde Vampirler sevgililerine karşı hem aşık, hem de sevgililerinin kanlarını emme konusunda büyük bir istek duyuyorlar. Özellikle "let the right one in"' filmini izlediğimizde içimizde evde vampir besleme isteği oluşuyor çünkü o kibar bir vampirdir ve sadece ihtiyaç duyduğu için insanları öldürür, normalde yemek yiyememesine ve sonunda kusacağını bilmesine rağmen Oskar'ın uzattığı şekerlemelerin tadına bakma inceliğini gösterir ve izin almadan eve girince kan ağlayacak kadar saygılıdır=))
"Let the right one in"in konusundan biraz bahsedelim. Okulundaki çocuklardan sürekli dayak yiyen ama bir türlü onlara karşı koyamayan Oskar yaşadığı evin yan tarafına taşınan bir kıza, ya da vampire, aşık olur ve bu ikilinin ekseninde ilginç olaylar yaşanmaya başlar. Bu sürede Eli'nin aslında Vampir olduğunu öğrenen Oskar için işler daha da karmaşıklaşmıştır. Aslında, kendisi de ilginç bir çocuk olan Oskar için Eli'nin vampir olması bir sorun yaratmaz, Oskar "aceba Eli ile arkadaş ya da sevgili olsam mı" diye birşey sormaz hiçbir zaman, Eli'ye koşulsuz bir şekilde yakındır hep, ama Eli'nin aslında Vampir olduğunu öğrenmek zor bir deneyimdir. Oskar ile Eli yakınlaştıkça Oskar'ın okuldaki belalı arkadaşlarının başına kötü olaylar gelir.

2- Filmin yönetmeni Tomas Alfredsondur, senaryo ise aynı isimli 2004'te yazılan kitaptan uyarlamadır. Film korku yerine psikolojik analiz türüne daha yakındır, kan ve şiddet azdır, ağır ilerler. Çok da ilginç bir genel yapısı olmamasına rağmen bu filmdeki bazı ayrıntılar o kadar ilgi çekici ve benzersizdir ki uzun süredir beklenen bir vampir filmi kategorisine yükselmiştir bu sayede. Filmin sinematografisi ile ilgili de söylenecek birşeyler var. Yönetmen yakın çekimleri ve geniş açıları, sabit çekimleri yerinde kullanmış, müzikler de çok güzel. İsveç'ın doğa manzaraları da filmde güzelce kullanılmış. Benim dikkatimi en çok çeken konu da birçok sahnede odak noktaları değişiyordu sürekli. Sahnede kim daha ön plandaysa ona odaklanıyordu kamera, diğer kısımlar flu kalıyordu. Güzel bir teknik olsa da bir yerden sonra beni çok rahatsız etti. Ayrıca, bu filmin "Let Me In" adıyla çıkacak Amerikan versiyonu da 2010'da gösterime girecekmiş.

3- Hakan Eli'nin babası değil eski sevgilisidir. Muhtemelen Hakan da Oskar gibi bir çocuktu ama zamanla Eli aynı yaşta kalırken Hakan büyümüştür. Hakan'ın Eli'ye "bu akşam o çocukla görüşme" diyip Eli'nin yüzüne dokunmasının nedeni pür kıskançlıktır. Ayrıca Oskar da zamanla Eli'nin kan tedarikçisi haline gelecekse Oskar'ın işi zordur.. Hakan seyrettiğimiz iki denemede de başarısız olmuştur. Ayrıca eve eli boş gidince Eli'nin Hakan'a kızdığı sahne de beni şaşırttı.
Eli'nin sürekli olarak "ben bir kız olmasam da benden hoşlanır mıydın" şeklindeki sorularının nedenini da Eli'nin hadım edilmiş bir erkek olduğunu görünce öğrenmiş olduk.
Kan damıtma sahneleri çok orjinaldi ayrıca.
Hakan neden yanında asit götürmüştü bilmiyoruz ama önceki sahnelerde Eli'ye "beni görenler var ve seninle yaşadığımı biliyorlar" gibi birşey demişti. Asiti, yakalanması durumunda kendi kimliğini gizlemek ve yüzünü yoketmek için kullandı ve kendini Eli'ye kurban ederek öldü maalesef. Çok verici bir karakterdi gerçekten de, fedakar eski sevgili Hakan.. Belki de onu en çok umutsuzlaştıran şey de Eli'nin Oscar'a ilgi duyması sonucu kendini kötü hissetmesiydi.
Oskar'ın sopa ile onu döven çocuğun kulağına vurduğu sahne de çok güzeldi. Evet beklenen sıradan bir sahneydi ama kamera çok doğru yerdeydi sanki. Aynı anda da diğer adamın cesetinin bulunmasıyla bu sahne de çok uzamamış oldu, baya güzel oldu..
Kızın küvette yatması, banyoda yattığına dair yazdığı not da güzel bir sahneydi.
Mors alfabesi ile anlaşmaları çok hoşuma gitti. İki kişinin konuşma dışındaki enstrümanlarla aralarında özel bir iletişim yaratması bana çok sempatik ve gerçek geliyor. Gerçek hayatta da ilişkiler bitse de bu tarz anılar kalıcıdır.
Kafamı karıştıran bir sahne de vampire dönüşen kadının güneş ışığı geldiği anda ölmesiydi. True Blood ve Twilight'ta güneş ışığına vampirlerin verdiği tepkiler daha kabul edilebilirdi. True Blood'da enerjileri yavaş yavaş yükeniyordu güneş ışığına maruz kaldıkça, ama direk yanarak ölmek değil yani. Twilight'ta ise tenlerinde değişiklikler oluyordu ama yine yanmıyorlardı.

4- Meşhur havuz sahnesi!! Bunun için kesinlikle bir başlık olmalı. O kadar uzun süredir bu kadar mükemmel bir sahne gördüğümü hazırlamıyorum. Herşey o kadar harika ki sahnede!! Oskar sudayken gelen çocuğun Hocanın taklidini yapması, sonra diğer sert çocuğun gelip "bir kulak için bir göz" diyerek Oskar'ı suyun altına batırdığında Eli'nin gelerek herkesi öldürmesi. Eli'nin Oskar'ın yardımına gelmesi öncelikle çok romantikti. Tüm şiddetin Oskar ve biz suyun altındayken bitmesi de mükemmel düşünülmüş. Oskar suyun altından çıktığı anda iki çocuğun da yüzüne yapılan yakın çekim, Oskar'ın gülümsemesi, yüzü kanlı Eli'nin gülümsemesi ve bir anda geniş açıya geçen kamera ile yerde yatan cesetleri görmemiz. Dahiyane bir sahne!!! Kesinlikle mükemmel, gerçekten harika.. Bu kadar ustalıkla çekilmiş, mükemmel bir sahne kolay kolay bulunmaz gerçekten de. Filmin doruk noktası kesinlikle bu sahneydi.. Tek kelimeyle bayıldım.

5- Favori Dialoglar:
Oskar: Who are you?
Eli: I'm like you.
Oskar: What do you mean?
Eli: [accusing tone] What are you staring at? Well?
Eli: Are you looking at me?
Eli: [points her finger at Oskar] So scream! Squeal!
Eli: Those were the first words I heard you say.
Oskar: I don't kill people.
Eli: No, but you'd like to. If you could... To get revenge. Right?
Oskar: Yes.
Eli: Oskar, I do it because I have to.
Eli: Be me, for a while.
[pause]
Eli: Please Oskar... Be me, for a little while.




Oskar: How old are you?
Eli: Twelve... more or less.
Eli: What about you?
Oskar: Twelve years, eight months and nine days. What do you mean, "more or less"?
Oskar: When's your birthday?
Eli: I don't know.
Oskar: Don't you celebrate your birthday? Your parents... they've got to know.
Eli: [Eli looks down on the ground]
Oskar: Then you don't get any birthday presents, do you?
Eli: No.



24 Mart 2009 Salı

This is England

1- 28. İstanbul film Festivali çerçevesinde gösterime girecek olan Somers Town isimli filmi izledikten sonra film hakkında yazılan yorumları okuyordum. Yönetmen ve senarist Shane Meadows hayranlarının benim çok beğendiğim bu film hakkındaki eleştirilerinin odağında yönetmenin önceki filmlerindeki tempoyu bulamamaları vardı. Özellikle 3 filmden bahsediliyordu ki bunlardan özellikle "This is England" neredeyse sadece benim izlemediğim bir filmdi. Yeri gelmişken söyleyeyim, diğer filmler de "Dead Man's Shoes" ve "A Room for Romeo Brass". Sonuç olarak, bu filmi izledim. Güzel filmdi, ve daha önce nasıl oldu da izlemedim anlayamıyorum. Herneyse, film 1983 yılının İngiltere'sini Shaun isimli 12 yaşındaki bir çocuğun gözünden anlatıyor. Ayrıca Shaun karakteri ve filmin bütünü Shane Meadows'un deneyimlerinin bir yansımasıdır. Shaun babasını Falkland Savaşı'nda kaybetmiştir ve annesiyle beraber yaşamaktadır. Serbest kıyafet gününde babasının hediyesi olan İspanyol paça pantolonunu giyerek okula gidince herkes Shaun ile dalga geçer. Dönemin altkültürlerini de mükemmele yakın bir şekilde resmeder yönetmen. Shaun eve mutsuz ve yüzünde çiziklerle giderken bir grup dazlak onun mutsuz halini görüp ona sahip çıkar, onu aralarına alır ve onu alkolle partilerle ve diğer teenage motifleriyle tanıştırır. Çok geçmeden bir karar vermek zorunda kalır Shaun, çünkü 30lu yaşlarında sert bir adam olan Combo hapisten çıkmıştır ve herkesi bir karar vermeye zorlar. Ona sahip çıkıp bir abi gibi davranan Woody'ye rağmen babasını gururlandırabilmek için Combo'nun ırkçı grubuna katılır. Combo'nun geçirdiği sinir krizi sonucunda Milky'yi öldüresiye dövmesi, diğer arkadaşlarına saldırması ve Shaun'a da vurması sonucunda Shaun ırkçılığın hastalıklı bir fikir olduğunu ve hastalıklı kafalarda barındığını anlar ve babasını bu şekilde gururlandıramayacağını anlar. Filmin isminin "This is England" olması bir bakıma ilginç. İngiltere gerçekten de 1980li yıllarda böyle miydi? Dazlaklar bu kadar çok muydu ve insanlar bu kadar öfkili miydi İngiliz olmayan insanlara. Combo Milky'ye İngiliz misin yoksa Puerto Rico'lu mu diye sordu ama bir de Britanya gerçeği var ve İngilizlere İngiliz misin yoksa Britanyalı mısın diye sorulduğunda ne vevap alırdık bilemiyorum. Bu filmi tarz olarak American History X'e çok benzettim. O filmi farklılaştıran en önemli faktör şüphe yok ki, herşeyin dışında Edward Norton'du.. Sonuç olarak, "This is England" diye yırtınan adam aslında kendi aptal ezik mutsuz dünyasının acısını masum diğer insanlardan çıkarmaya çalışan bir aptal. Filmde de söylenmeye çalışan şey "This is England" diye bağırıp insanları doğdukları haliyle yargılayan aptalların gerçek İngiltere'yi yansıtmaması gerekltiğiydi bence..

2- "This is England"da senaryo ve oyunculuklar kesinlikle harikaydı. Başroldeki Thomas Turgoose gerçekten harika bir oyunculuk çıkarmış. Somers Town filminde de harika bir oyunculuk çıkardı. Tarzı, hareketleri, duruşu kesinlikle hiç çocukça ve acemice değil. Diğer oyuncuların da filmde hiç rahatsız edici bir acemiliği olmadı. Senaryo ve sinematografi ise mükemmeldi. Filmin hiçbir anında şurası da fazla uzamış, burası anlaşılmamış, bu bölüm olmasa daha iyi olurmuş gibi düşünceler geçmedi aklımdan. Savaş ve onun getirdiği ekonomik sıkıntıların sonucunda ülkeyi savaşa sürükleyen Thatcher'a duyulan tepki ve işlerini ellerinden alan göçmen karşıtlığı filmde mükemmel bir şekilde yansıtılmıştı. Hatta, ırkçı insanların farklı dinden ve renkten insanlara karşı hoşgörüsüzlüğünün nedeninin boktan giden hayatları olduğuna inandırmaya yönelik bir akış vardı filmde. Bunu özellikle Milky'nin hayatındaki iyi giden şeyleri anlatırken Combo'nun öfkelenmesi ve Milky güldükçe Combo'nun sinirlenmesinden ve onu hastanelik etmesinden anlayabiliriz.

3- Stephen Graham, Combo rolünde şu ana kadarki en iyi oyunculuğunu sergiledi kesinlikle. Güçlü, sert, kavgacı olduğu kadar duygusal olarak da kırılgan, değişken karakterli bu adamı gerçekten de çok iyi canlandırdı. This is England'ın başarılı bir film olabilmesi için bu rolün mükemmel canlandırılması gerekiyordu. Filmdeki diğer insanlar gibi biz de Combo'nun ne zaman kızdığını, ne zaman karşısındakini onayladığını anlayamadık. Ne hissettiği anlaşılmayan, aranızı iyi tutmanız gereken ama aynı zamanda uzak durmanız gereken bir karakterle karşı karşıyaysanız bu insan tam da Stephen Graham'ın canlandırdığı gibidir. Ne söyleeceğinizi bilemezsiniz, sizden uzak olsun istersiniz... Lol rolündeki Vicky McClure ile arabadaki sahnede Combo'nun aşk itiraflarını duyduk. Daha da acısı, hayatının en güzel gecesi olduğunu söylediği geceyi birlikte geçirdiği aşkı Lol için aynı gece hayatının en kötü gecesiydi ve unutmak için herşeyi yapardı. Bu sahnede Combo'nun ağlama öncesi tavırlarını, hayal kırıklıklarını, mutsuzluğunu gördük. Bu durum onu yaralamıştı ve o an Milky ile karşılaşması Milky için büyük talihsizlikti. Birlikte ot içerken Milky'nin konuşmasına izin verdi, ona babasından bahsetmesini istedi. Burada herşey harika gibi görünürken Combo bir anda sinirlenmeye başlar. Sonrasında da Combo'nun sevgiden yoksun, mutsuz ve terkedilmiş bir insan olarak kendini kaybedip sonrasında pişman olacağı şeyler yaptığını görürüz. Milky'nin acı gülmeyi kesmemesi de Combo'yu iyice delirtir. Ot içtikten sonra bunların olması tabi marijuana'nın insanı bu şekilde sinirlendireceği sonucunu çıkarmamalıdır. Marijuana'yı savunmak için söylemiyorum ama mutsuz anlarda marijuana ya da herhangi bir alkollü içecek içmek bu tür agresif ve kontrolsüz hareketlerin gerçekleşmesini kolaylaştırır. Bu nedenle suç kesinlikle marijuana'da ya daMilky'de değildir..

4- Smell ile Shaun'un ilişkileri de ayrı bir konuydu. Shaun Smell'i annesiyle tanıştırdı ve Smell o sahnede neden kendisine Smell dendiğini Shaun'un annesine anlatmaya çalışıyordu. Nasıl bir gerizekalı olduğunu anlamak için sadece o sahneyi izlemek bile yeterliydi, tabi sadece tipine bakıp gerizekalı olduğuna inanmak istemiyorsanız. Shaun 12 yaşındayken Smell doğum gününde 16yaşına girdi. Ingiltere'de legal sex için en az 16 yaşında olmanız gerekiyor ve Smell de 16 olduğu için önemli bir doğumgünüydü bu onun için.

5- Favori Dialoglar:
Combo: But I've got one question to ask you. Do you consider yourself English, or Jamaican?
[There's a long uneasy silence, as Milky looks around nervously to the rest of his friends... ]
Milky: [eventually] English.
Combo: Lovely, lovely, love you for that, that's fucking great. A proud man, learn from him; that's a proud man. That's what we need, man. That's what this nation has been built on, proud men. Proud fucking warriors! Two thousand years this little tiny fucking island has been raped and pillaged, by people who have come here and wanted a piece of it - two fucking world wars! Men have laid down their lives for this. For this... and for what? So people can stick their fucking flag in the ground and say, "Yeah! This is England. And this is England, and this is England."


Diğer Çocuk: Bu kahrolası şeyler de nedir?
Shaun: Bunlar mı? Bir iddia için giyiyorum. Senin bahanen ne peki?
Diğer Çocuk: Woodstock şu yönde, dostum.
Shaun: Siktir git. En azından ben Kont Drakula'ya benzemiyorum.
Diğer Çocuk: Komik olduğunu mu sanıyorsun, seni küçük salak?
Shaun: Evet. Öyle.
Diğer Çocuk: Kahrolası bir fıkra duymak ister misiniz? Evet, anlat haydi. Bir Mini'ye kaç adam sığdırabilirsiniz?
Shaun: Hiç bir fikrim yok.
Diğer Çocuk: Üç arkaya, iki öne ve küllüğe de senin kahrolası babanı

23 Mart 2009 Pazartesi

TWILIGHT / ALACAKARANLIK

Kısa bir süre önce vizyona giren Twilight/Alacakaranlıkiçin beklentilerle filmin 6.1'lik IMDB puanını yanyana koyamıyorum. IMDB'ye neden bu kadar takılıyorsun diyebilirsiniz. Benim için zaten 7'den aşağı almaması gereken bir film, fazla da.. Ama IMDB'de Twilight/Alacakaranlık'a oy veren insanların Twilight'ı okumuş, bu seriye bağlı insanlar olduklarını assume ediyorum. Ve bu nedenle filmi bu kadar yerden yere vurduklarını düşünüyorum. Kitapları okumamış olsam da filmdeki eksiklikler benim de gözüme çarptı..Kötü görsel efektler, kötü senaryo uyarlaması, kötü sinematografi... Güzel doğa manzaraları daha çok kullanılabilirdi, efektler daha iyi yaratılabilirdi, oyunculuklar bile daha iyi olabilirdi. Burada konuyu tartışacak değilim, ama uyarlama daha başarılı olabilirdi en azından.

1- Twilight/Alacakaranlık'taki son sahne baya hoşuma gitti. Bella, Kristen Steward, Edward'dan onu vampire dönüştürmesini istiyor, ve Edward da bunu yapacakmış gibi uzanıp Bella'nın boynunu öpüyor. Ve ardından Radiohead'in "15 step" isimli mükemmel şarkısı çalıyor.. Vampir filmi de olsa gayet romantik ve etkileyici bir sahneydi. Bella'nın yaptığı fedakarlık da Edward'a ne kadar bağlı olduğunun bir göstergesiydi. Edward'ın verdiği cevap da o an onun için söylenmesi zor bir şeydi. Bella tarafından yanlış anlaşılabilecek olsa da o da sevgilisi için en iyisini yapmaya çalışıyor yalnızca.

2- Cullins ailesinin üyelerinin cafeteria'ya girme sahnesi, birlikte takılmaları, karizmaları çok yerindeydi. Baseball sahneleri de ilginçti cidden.. Vampirler bu yönleriyle fazla miktarda uyuşturucu kullanan ve çevreye adapte olamayıp kool kool takılan tipleri andırıyor. Çevreye adapte olamamaları için de çok geçerli nedenleri var tabi!!

3- Sürekli 17yaşında olmakla ilgili dialog da şöyleydi.
Isabella Swan: How old are you?
Edward Cullen: Seventeen.
Isabella Swan: How long have you been seventeen?
Edward Cullen: A while.

4- En ilginç dialoglardan birkaçı:
Edward Cullen: And so the lion fell in love with the lamb.
Isabella Swan: What a stupid lamb.
Edward Cullen: What a sick, masochistic lion.


Rosalie Hale: Yeah! Let's just keep pretending like this isn't dangerous for all of us.
Isabella Swan: I would never tell anybody anything.
Dr. Carlisle Cullen: She knows that.
Emmett Cullen: Yeah, well the problem is... you two have gone public now so...
Esme Cullen: Emmett!
Rosalie Hale: No, she should know. The entire family will be implicated if this ends badly.
Isabella Swan: Badly as in... I become the meal.

Isabella Swan: About three things I was absolutely positive. First, Edward was a vampire. Second, there was a part of him, and I didn't know how dominate that part might be, that thirsted for my blood. And third, I was unconditionally and irrevocably in love with him.

Edward Cullen: [to Bella before going into the prom after Jacob leaves] I leave you alone for two minutes and the wolves descend.


Edward Cullen: My family, were different from others of our kind we only drink animal blood, but it you, your sent its like a drug to me you, its like your my own personal brand of heroin.
Isabella Swan: Why did you hate me so much when we met.
Edward Cullen: I did, only because of wanting you so badly, i still don't know if i can control myself.

22 Mart 2009 Pazar

FLAMMEN & CITRONEN

28. Uluslararası Istanbul Dilm Festivali'nde Dünya Festivallerinden isimli bölümde gösterilecek olan Flammen & Citronen - Ateş ve Limon-, ikinci dünya savaşı sırasında Almanya işgali altındaki Danimarka'da Nazilere direnen iki cesur adamın hikayesini anlatıyor. Klasik sayılabilecek şekilde, nazi işgalinin gerçek görüntüleriyle, başlayan film iki vatanseverin dokunaklı sonuyla bitiyor. Filmin konusunun gerçek olaylara dayandığı söyleniyor ama belki de bazı çarpıtmalar olmuştur anlayamadım. Belki de sadece "bu film gerçek bir olaydan uyarlanmadır" şeklinde başlayarak tamamen gerçeğe bağlı kalınan 2. dünya savaşı filmlerinden biri olmaktan korktu senarist ve yönetmen.. Filmin sonunda kime ne olduğunu anlatan sahne fiction değildir heralde, çünkü o zaman da herşeyin hayalürünü olduğunun söylenmesi gerekirdi. Konuya bu şekilde baktığımızda bizi şaşırtacak çok şey olmadığına inanabiliriz ama ben özellikle bu iki karakterin oyunculuklarına bayıldım. Thure Lindhardt ve Mads Mikkelsen sırasıyla Flammen ve Citronen rolündeler. Film 130 dk'ya yakın sürüyor, ve IMDB puanı 7.3 . Festivalde kaçırılmaması gereken filmler arasında olduğunu söyleyebilirim.

1- Bu filmin diğer 2. dünya savaşı filmlerinden farklı olduğunu belirtmeliyim öncelikle.. Nazilerden bolca bahsediliyor, ama filmin ilk ve son 5er dakikasını saymazsak Nazilere pek rastlamıyoruz. İnsanlar üzerlerinde inanılmaz baskılar, sürekli takip edilme ve paranoya gibi olaylar yok. Vatansever kahramanlarımız adamlarını gün içinde sokaklarda silahlarla öldürdüklerinde bile biri çıkıp da siz ne yapıyorsunuz demiyor. Rahat rahat öldürüp evlerine gidiyorlar. Tabi böyle olsa da, usule uygun şekilde karanlık barlarda, kapalı kapılar ve perdeler ardında grup buluşmaları düzenleniyor..

2- O kadar aleni cinayetler işlemelerine rağmen kimse Flamme ve Citron'un nasıl göründüğünü bilmiyor. Filmin sonunda bile Hoffmann Flammen'e "Ateş sen misin?" diye sormaya çalışıyor. Bilmediği şey ise Ateş'in çoktan intihar ettiği.. Filmin içinde geçen ilginç bir dialogda şöyleydi:

Citronen: Ödülü 10,000 krona çıkarmışlar.
Flammen: İkimiz için mi?
Citronen: Sadece sana.
Flammen: Benim hakkımda ne biliyorlar?
Citronen: Kızıl saçlı olduğunu. Saçını boyat Bent. Veya bir şapka tak
Flammen: Şapka mı?
Citronen: Evet.

3- Sevişme sahnesi sadece 15 sn sürdü ama sinamatografisi çok iyiydi. Çok farklı ve akılda kalıcıydı. Beğendim. İçinde iğrenç birsürü çıplaklık barındıran estetikten mahrum filmlerden nefret ediyorum.

4- Sondaki 4 sahne çok mükemmeldi her açıdan
  1. Flammen ve Citronen'in ölümleri. Bir tanesi Alman askerlerinin eline düşmektense intihar edip cebine bir mektup koymayı seçerken diğeri yaralı olmasına rağmen mücadele etti ve 20'ye yakın Alman askerini de öldürdü. Flammen'in intihar sahnesinde masasında 3 tane silah, bir de zehir vardı. Biraz düşündükten sonra zehiri seçti.
  2. Flammen ve Citron'un cesetleri kamyonet'in arkasındayken askerlerden birinin bu iki adamın ortasına geçerek onlarla dalga geçmesi ve onlarla bu şekilde fotograf çektirmesi. Kendi ülkelerinde kahraman sayılan bu iki adamın ölünce şişman ve çirkin bir Nazi askeri tarafından bu saygısızlığa maruz kalmasına tepki gösteren tek kişi ise Hoffmann'dı. Defalarca kendisini öldürmeye çalışan bu adamlara saygı duyan tek kişinin o olması çarpıcıydı.
  3. Hoffmann'ın Katty'ye sattığı bilgi karşılığında 20.000 kron vermesi. Bunu nasıl ve neden yaptığına şaşırdık hep birlikte..
  4. Gömülme sahnesi. Bu ikilinin üzerlerinin toprakla örtüldüğü filmin son sahnesi gerçekten de etkileyiciydi..
5- Yukarıda saydığım 4 sahne boyunca kendimi ağlamaya yakın hissettim. Aynısı, Babam ve Oğlum filmini izlerken de olmuştu. O nedenle, diyebilirim ki, bu filmi izlerken baızları ağlayabilir. Hikaye bizi hiç ilgilendirmese de- 2.Dünya Savaşı ve Danimarka- karakterlerin süper oyunculukları bizi filme bağlayacaktır. Filmde farkettiğim diğer nokta ise filmde Gilbert'in söylediklerinin çıkmasıydı. Söylediği şey ise ülkesi için savaşanların iyi asker olduğu ama kısa ömürlü olduklarıydı.