3 Mayıs 2009 Pazar
Breaking Bad s02e06
Breaking Bad s02 e06 : Dizinin başında ilginç bir sahne izliyoruz. Pinkman Badger'dan parayı beklerken yerdeki bir böcekle oynuyor. Badger geldiğinde ise böceğin üstüne basıp böceği öldürüyor. Dikkatimizi çekmesi beklenilen olay ise böcek ezilirken çıkan ses. Tabi bu sahneyi ilerde başka bir sahne ile bağlayacaklarını beklemeden bile 2-3 kez izledim. Güzeldi sahne bir bütün halinde... Sonra Pinkman parasını alabilmek için junkielerin evine girer. Oradaki çocuk, evin hali ve junkieler rezil durumdadır. Bu arada adamın kadına "skank, skankie skank, skankk" demesi skank kelimesini benim ve birçok arkadaşımın diline doladı!! Velhasıl, adamın kafası karısı tarafından ATM makinesinin altında ezilirken de aynı ses çıktı. İlginç bir bağlantı ama çok hoştu. Breaking Bad'i farklı kılan birçok çzellikten biri de bu tür psychedelic sahneler. İzledikçe bitmesin istiyorum, dizilerde biraz da sinematografi ve kalite arayan insanlara tavsiye ediyorum. Breaking Bad herkesin izlemesi için yapılmış bir dizi kesinlikle değildir, ve yapımcılar da yeni bir lost, heroes ya da prison break yaratma çabasında değiller, takdir ediyoruz.
30 Nisan 2009 Perşembe
chicago 10
Chicago 10, Brett Morgen tarafından yazılan ve yönetilen, bir kısmı animasyon olarak çekilen ve Chicago 7'lisinin hakayesini anlatan bir filmdir. Davanın animasyon teknikleri kullanılarak, belgeler ve yeni ortaya çıkan ses kayıtları baz alınarak yeniden canlandırılmasıyla Hank Azaria, Dylan Baker, Nick Nolte, Mark Ruffalo, Roy Schneider, Liev Schreiber ve Jeffrey Wright'ın sesleri kullanılan bir filmdir Chicago 10. Bu nedenle Chicago 10 için "Belgesel Animasyon" türünde desek yalan olmaz. "Beşirle Vals" isimli film de 2008'de çekilmesine rağmen ilk "belgesel animasyon" filmi olarak advertise edilmiştir. Henüz izlemememe rağmen o filmin kısmen değil tamamen animasyon olduğu için bu şekilde adlandırıldığını varsayıyorum. Film gösterileri parça parça da olsa gerçek görüntülerle bize veriyor. Jerry Rubin'in bir sözü üzerine "Chicago 10" ismi çıkmıştır. Rubin söyle der: " Bize Chicago 7'lisi diyenler ırkçıdır çünkü bu durumda Bobby Seale dışlanmış oluyor. Bize Chicago 8'lisi de diyebilirsiniz fakat gerçekte biz Chicago 10'lusuyuz çünkü iki avukatımız da bizimle birlikte ceza aldı.
Chicago 10 artık yüzbinlerce kez işlenmiş, kabak tadı vermiş, bize uzak olmasına rağmen kendimiz yaşamış gibi öğretildiğimiz konulardan bahsediyor. 68'de Chicago'da, ayaklanma olarak görülen ve 50.000 kişilik protestocu grubun toplanmasından sorumlu olan, birkaç aktivist grubun liderleri konumunda olan 8 kişinin cezaya çarptırılması için bir mahkeme düzenlenmiştir. Filmde, Chicago'daki gösteriler ve animasyon şeklindeki mahkeme parça parça gösterilmekteydi. Neden bilmiyorum ama film bana hiç tatmin edici gelmedi. Sürekli bir bekleyiş yaratıldı ve filmin sonu da zaten tahmin edilebilirdi. Filmi bitirene kadar 7-8 kere uyuyakaldım ve bu nedenle aynı filmi defalarca gerilere alıp izlemek zorunda kaldım. Devam filmlerinin de 2009 ve 2010'da geleceğini duyunca pek sevinemedim açıkçası. Güzel çekilmiş bir filmdi ama bence Chicago 10, içinde sadece bireysel şovları barındıran sıradan ve sıkıcı bir belgeseldi. Belgesel sevenler bu film hakkında ne düşünür bilemem ama.. Belki de belgesellerin anlatım biçimi budur... I'm not there isimli, Tood Haynes tarafından Bob Dylan'ın hayatının anlatıldığı film bence çok daha yaratıcı bir tarzda çekilmişti. Ayrıca, filmin müzikleri de hiç güzel seçilmemiş, o dönemin mükemmel müziklerini düşündükçe bunun çok büyük bir eksi olduğunu düşünmek pek yanlış olmaz.
"Yippie" isminin nasıl bulunduğunu bilmeyenler için;
Paul: Yeah, but we need to have a name, you know, signifying the radicalization of hippies. Right? Okay. Now, what rhymes with hippie? Hippie. Bippie...
Jane: Abbie? I think Paul just went into our bedroom.
Abbie: I think he may be having one of those brainstorms.
Paul: Hippie, bippie, vippie, yippie, yippie. Holy shit, that's it!
Frankie ile yaşlı kadının dialogu da çok komikti;
Frankie: What do you think about the trial?
Old Woman: I don't know anything about the trial.
Frankie: Oh, yeah, where you going? And listen... What's your name? My name is Frankie. How are you? Some of my friends are on trial in there. What do you think about it? They are going to prison for 10 years.
Old Woman: I don't know.
Frankie: For having a state of mind and looking silly.
Old Woman: Are they? Well, you ought to get sensible.
Frankie: Who?
Old Woman: Like the... All of you guys.
Frankie: Why?
Old Woman: Dress like the rest of them.
Frankie: Why?
Old Woman: Because you'd look better. You look too messy.
Frankie: Oh, so you think people should go to prison 'cause they look messy?
Old Woman: No.
Frankie: Why not?
Old Woman: You should cut your hair.
Frankie: Why?
Old Woman: Because...
Frankie: What? It ain't cute? You want to touch it?
Old Woman: No.
Frankie: Oh, come on, look. I cut it every morning. It grows like this. By midnight, it'll be down to my ankles.
Old Woman: Listen, I got to go.
25 Nisan 2009 Cumartesi
bottle shock
Başrollerde, okulunu yarıda bırakıp babasının işlettiği bağa gelen ama öncelikli olarak herşeyden eğlenecek birşeyler çıkaran Bo Barrett karakteriyle Chris Pine, inatçı ve kendini eski karısına kanıtlamaya çalışan Jim Barrett rolünde Bill Pullman, iyi kalpli, seksi ve aranan internümüz Sam rolünde Rachel Taylor ve Meksikalı bağ çalışanı, yetenekli ve hırslı Gustavo Brambila olarak ise Freddy Rodriguez'i izlemekteyiz.
Bottle Shock'u yüzüm gülücükler içinde izledim. Büyük çekişmelerin olmadığı, kötü olayların kısa sürdüğü ve filmde bize iyi olarak tanıtılanların sonunda istediklerini aldıkları durumlarda bu hali alıyorum. Senarist ve yapımcı bir araya gelerek bu konudan eğlenceli ve güzel bir film çıkacağına karar vermişler. 1976 yılına kadar Fransız üreticilerin tekelinde olan şarap sektörünün tüm dünya şaraplarına açılması için ilk adım olan wine tasting yarışmasında Napa Vadisi, CA şarabı olan Chateau Montelena birinci olunca bu olay Time dergisine bile haber olacak büyüklüktedir. Hatta bu yarışmayı düzenleyen Steven Spurrier filmin sonlarında şöyle der:
-Sözlerimi yaz Maurice
Şaraplar içeceğiz...
Güney Amerika'dan.
Avustralya'dan. Yeni Zelanda'dan.
Afrika'dan. Hindistan'dan,
Çin'den.
Bu bir son değil, Maurice.
Her şey daha yeni başlıyor.
Geleceğe hoş geldin.
Tabi bu konuyu anlatabilmek için senaryoda öncelikle bağda geçen olayları izlemeli, Jim ve Bo ile bir yakınlık kurmalıyız ki yarışmayı onların kazanmasına sevinelim. Zaten hikayenin sonundan bizim de haberimizin olduğunu bilen senaryo yazarımız o aşamaya kadar bize sıcacık bir film izletmeye çalışmış, bunu başardı da. Ama bu hakaye çok daha iyi bir şekilde sinemaya aktarılabilir miydi? Bence evet. Bo'nun hippivari hareketleri beni çok eğlendirdi. Barmaid'i çok sevdim ayrıca, bazı barlarda bu şekilde hem çekici hem de akıllı kadınlar olduğunu bilmek güzel. Sam the Intern'ün göğüslerini açtığı sahnede polisin gelmesi ve o sırada Sam'ın taktikten bahsediyor olması güzeldi. Polisin göğüslere bakakalmış olması da hoştu, adamlar rahat, Türkiye'de böyle bir şey yapmaya kalksan polisin vereceği tepki çok daha antipatik olurdu. Gustavo kıldı baya, Jim de beni pek eğlendirmedi, ve şarap yarışmasını düzenleyen adamlar da. Bo ve babasının boks maçları güzeldi ama. Ve manzaralar harikaydı, arasıra geniş açıya geçen kamera beni çok mutlu ediyordu, keşke bütün film geniş açıyla geçse diyip durdum içimden..
Gustavo Brambila: You people, you think you can just buy your way into this. You cannot do it that way.
Jim Barrett: Alright...
Gustavo Brambila: You have to have it in your blood, you have to grow up with the soil underneath your nails, the smell of the grapes in the air that you breathe. The cultivation of the vine was an art form. The refinement of the vine is a religion that requires pain and desire and sacrifice.
Paris denen yerin, daha doğrusu "somewhere outside Paris" denen yer, California olduğu çok belliydi=)) Zaten film lokasyonu da Sonoma, California'daki Buena Vista Vinyards'dı.
Filmde inandırıcılığın az olduğu sahneler var. Bardaki insanların gerçekten de bartender'in dürüst olduğuna inanması çok mümkün gelmiyor bana. Jim'in hukuk bürosuna iş için hemen geri dönmesi acele bir karar gibi, ayrıca, şarabın normale döndüğü haberini alınca bürodaki hareketleri de çok gerçekçi gelmedi bana. Tamam, loser olmadığını kanıtlamaya çalışan bir adam, ama gerçekçi bir tepki değildi. Filmdeki kadınların da erkek isminde olması ilginç bir ayrıntı!! Sam ve Joe.. Ayrıca, Bo'nun peruğu da birçok insan için antipatik geldi.
Şarapçılık ile ilgili diğer filmler: Sideways, A walk in the clouds, This earth is mine.
Ama aslında ben bu filmi iki filme benzettim sıcaklığı açısından; Little Miss Sun Shine ve Choke. Bu film de diğer 2 film gibi biraz dramatik, biraz eğlenceli ama çok sıcak ve filmdeki karakterlerle o bağı kurabildim filmde. Belki de yorum için çok optimist olacak ama ben bu filmi çok sevdim.
24 Nisan 2009 Cuma
böyle yorum olmaz olsun
Yorumlara gelince, güneşi gördüm filminin resmi internet sitesinde yorumlara yer verilmiş ve hepsi filmi göklere çıkarmış. Şimdi yorumlar:
1- Ali Abaday / Taraf
Mahsun Kırmızıgül'ün konusu ve cesur anlatımıyla konuşulan filmi Güneşi Gördüm, oyuncu performansı ve görüntü yönetimiyle dikkat çeken bir yapım. 25 yıllık bir soruna, kardeş kavgasına yaklaşımı oldukça ilgi çekici.Hikâyedeki gerçekçiliği, iki tarafa eşit uzaklığı, özellikle devlet ana ile devlet baba arasındaki farkı ortaya koyuşuyla izlenebilir.
İki tarafa eşit uzaklığı iyi mi yoksa kötü mü_? Korktuğu için yapmıyor mu bu adam bunu? Kimsenin tepkisini çekmemek için eşit uzaklıkta kalmaya çalışıyor. Bizse onun eşit uzaklıkta kalmasını izlenebilirlik açısından bir artı olarak görmeliyiz öyle mi?? Ali Abaday sırf yorum olsun diye yorum yapmış bence. Eşit uzaklıkta kalma durumunu teşhis edebilmesine bile şaştım açıkçası... Ortada bir dünya savaşı ya da soğuk savaş olsa, Mahsun Kırmızıgül'ün yaptığı gibi heryere eşit uzaklıkta kalsak anlarım ama bunlar Mahsun Kırmızıgül için kişisel meseleler, bizim içinse çok hassas konular. Ya hiç açmayacaksın, açtıysan da tepkini koyacaksın, yoksa adama dönek derler, yaptığına da sözde film derler Mahsun. Ama memlekette milyonlarca okura ulaşan insanlar bu yorumu yaparsa Mahsun kendini sinemacı, daha da ötesi, bir fikir adamı zannetmeye devam eder, bu korkak haliyle... Devlet Ana ile Devlet Baba ne demek ya?? Mahsun aptal bi fark ortaya koymuş bu iki kavram arasında ve neymiş, allah devlet anadan razı olsun da devlet baba'ya yazıklar olsun. Ya ucuz terimler yaratmayın. Ama kafalar bu kadar çalışıyor, yapacak bişey yok.. Sözde yorumcular da filmin güzel yanı olarak bu farkın ortaya koyuluşunu önümüze sunuyor.
2-Adem Yavuz Arslan / Bugün
Mahsun Kırmızıgül, Güneşi Gördüm filmiyle kendini aştı . Senaryo, oyunculuk, film müzikleri.Hepsi olmuş. Birbirine geçmiş onlarca konuyu tamamen kişisel hikayelerin üzerine yıkarak başarılı bir iş çıkarmış.
Ahaha, film müzikleri "yüzüklerin efendisi" gibi yapmış filmi. Senaryoda olan şey ne, biri bana açıklayabilirse çok sevinirim, adam ne bulursa katmış, gerçek bir hikayeden alınma olduğuna da hiç ama hiç inanmıyorum. Ne lan bu!! Ama Adem Arslan'a bir noktada katılıyorum, başarılı bir iş birbirine geçmiş onca konu olması.. Film yaptığını unutup aptalca bir şeyler ortaya çıkarmış Mahseeeeeeeeeeeeeeeeeuuuunnnnnn.. Lele mahsunnn...
3-Hıncal Uluç / Sabah
Bir kamera kullanışı var ki, Mahsun'un doyamıyorsunuz.. Bu nasıl güzelliktir.. Dağlarda.. Trende.. şurup gibi bir anlatım, nasıl şiirsel, tablo gibi görüntülerle avcunun içine alıyor seyirciyi, müthiş.. Öyle unutulmaz sahneler var ki.. Müzik iyi.. Sonuç.. Charlie Chaplin olmak kolay değil. Yaz, yönet, müzikle, oyna.. Zor iş.. Sinema tarihinde başaran çok az isim var..
Charlie Chaplin mi?? Güneydoğunun Şarlosu!! Unutulmaz bir tek sahne var, o da galata köprüsündeki cesur sahne. Ben Hıncal Uluç'a şaştım kaldım, adamı resmen auteur yönetmen sınıfına oturttu. Mahsun dediğimiz adam ezik bir adamdır, zor şartlarda yetiştiğini kabul edelim ama Mahsun'un böyle bir film çekmesi için tekrar onun hayatına dönmemiz gerekir. Güneydoğuda ezildikten sonra İstanbul'da okul okumaya gelir, muhtemelen adaptasyon konusunda hala sıkıntı çekiyordur, sonra o iğrenç sesi sayesinde insanlar tarafından ciddiye alınır, saygı görür ve paraya para demez. Bunların ışığında eline film çekme fırsatı geçer, der ki ne yapayım, ne anlatayım, kendi hayatını, aşina olduğu şeyleri anlatmaya karar verir ama senaryosunda bu anlatacaklarının dozunu kaçırır, herşeyden kısa kısa bahseder, ki bu durum filmi belgesele, otobiyografiye dönüştürür. Bu konuları açmaya götü yer, ama taraf tutmaya yemez, çünkü eskiden acı çekse de şu anda kafası rahattır, yırtmıştır. Para içinde yaşar, saygı görür mahseeeeeeyyyyyyyy, kıro mahsey.. Sen Charlie Chaplin'in yanından bile geçemezsin Mahsey, benzetilemezsin bile lele mahsuney.
4- Mehmet Barlas/ Sabah
Güneşi Gördüm filmini mutlaka görmelisiniz. Sonra da benim gibi yapın ve Mahsun Kımızıgül'ü kutlayın. "Güneşi Gördüm" 8 Oskar alan Slumdog Millionaire'dekinden daha çarpıcı ve daha can alıcı.
Aptalca bir yorum daha, işte karşınızda.. Slumdog Millionaire'de ortada bir konu yokken, ünlü oyuncu yokken o Danny Boyle denen dahi adam ortaya süper bir film çıkarır. Mahsun ise yaşadığı tonla şeyi sıçıp sıvayıp önümüze koyar. Sonra da yorumcuların ortak kanısı çarpıcı, cesur, can alıcı.. İnsanların seni cesur bulmasına aldanma Mahsun, beğendikleri anlamına gelmez bu. Bir de, bu ağır konuları göz önüne getirdi ne oldu, ortada bir hareket yok ki.. Madem filmi yaptın, ardından bir proje ile destekle filmini, doğuya yardım ettir, imza kampanyaları düzenle, yok.. Milyonlarının keyfini sür, üniversiteli kızlarla çıkmaya devam et Mahsey.
Sinema filmi olarak anılmasa ben de söyleyecek birkaç güzel cümle bulabilirdim ama, bana en çok dokunan şey bu adamın bir sinema üstadı ve süper yönetmen olarak adlandırılması.. Şasıyorum.
23 Nisan 2009 Perşembe
Cannes'da Altın Palmiye Adayları
Altın Palmiye için yarışacak filmler ve yönetmenleri;
Alain Resnais - "Les Herbes Folles"
Jacques Audiard - "Un Prophète"
Xavier Giannoli - "A l'Origine"
Gaspar Noe - "Soudain le Vide"
Quentin Tarantino - "Inglorious Basterds"
Ken Loach - "Looking for Eric"
Lars von Trier - "Antichrist"
Michael Haneke - "Le Ruban Blanc"
Pedro Almodovar - "Les Etreintes brisées"
Isabel Coixet - "Map of the Sounds of Tokyo"
Marco Bellocchio - "Vincere"
Jane Campion - "Bright Star"
Andrea Arnold - "Fish Tank"
Johnnie To - "Vengeance"
Lou Ye - "Spring Fever"
Philippin Brillante Mendoza - ''Kinatay''
Park Chan-wook - ''Bak-Jwi''
Ang Lee - "Taking Woodstock''
Tsai Ming-Liang - ''Visage''
Elia Suleiman - "The time that remains".
Cannes Film Festivali 2009
1939'da devletin de desteğiyle kurulan ama 1946'da ilk kez gerçekleştirilen Cannes Film Festivali dünyanın en prestijli film festivallerinden biri olmayı sürdürüyor. Cannes kentinin seçilme nedeni ise şehrin güneşli ve büyüleyici yapısıydı. Bu yıl da, geçen yıllarda olduğu gibi iddialı filmler ilk gösterimlerini Cannes'da yapmayı planlıyor.
Bu yıl 62. kez yapılacak festival kapsamında 62 film gösterilecek, ama festivalde hiç bir Türk filmi yok. Fatih Akın, filmini yeniden gözden geçirmeye karar verdi ve bu nedenle film festival programından çıkartıldı. Geçen yıl "3 Maymun" filmiyle "en iyi yönetmen" ödülü kazanan Nuri Bilge Ceylan bu yıl jüride yer alacak.
Altın Palmiye için yarışacak ünlü yönetmenler arasında Ken Loach, Michael Haneke, Pedro Almodovar, Jane Campion, Lars von Trier, Ang Lee, Alain Resnais ve Quentin Tarantino ilk göze çarpan isimler.
Tarantino'nun yeni filmi “Inglorious basterds” için herkeste büyük bir beklenti oluşmuş durumda. 1994'te Altın Palmiye'yi müzesine gönderen Tarantino bu süreden sonra da Cannes'a sıkça gelmeye devam etti. Bradd Pitt ve Diane Kruger'in başrollerde oynadığı "Inglorious Basterds" filmi festivaldeki tek Amerikan filmi.
Ken Loach; Eric Cantona'nın hayatını "looking for eric" isimli filmle beyaz perdeye aktarıyor.
Lars von Trier: "Antichrist" isimli filmle yarışmaya katılıyor.
Michael Haneke: "Le Ruban Blanc" ile festivale katılıyor.
Pedro Almadovar: bu yıl festivale “Les Etreintes brisées” isimli filmi ile katılıyor.
Marco Bellocchio: İtalyan sinemasının usta yönetmeni “Vincere” isimli filmi ile yer alacak. Konu ise Mussolini'nin gayrimeşru çocuğu.
all the boys love Mandy Lane
2006'da gösterime girmiş olan bu filmi Amerikan Horror/Thriller ya da slasher şeklinde kategorize edebiliriz. 90' süren film $750.000'a malolmuş ve bence müzikleri gerçekten de çok hoştu.. Sinematografisi başarılıydı bence. Benzerlerinden farklılaşmasını sağlayan bir kaç özelliği ise kameranın başarılı kullanımı ve herşeyin Mandy Lane için olmasıydı=))
Filmin konusunu, çok da olayların akışına girmeden anlatmak gerekirse, haftasonunu fresh yearlarının bitişini bir ranch house'da kutlamaya giden bir grup gencin başına gelenler diyebiliriz kısaca. Grubun en önemli üyesi tabi ki Mandy Lane'dir ve tüm erkekler onu elde etmek istemektedir çünkü yıl boyunca Mandy kimseye yüz vermemiştir ve onun bu ulaşılmazlığı ve Mandy Lane için birisinin ölmüş olması Mandy'yi tanrısallaştırmaktadır. Yani klasik bir teenage hikayesi alın; ıssız bir yere eğlenmeye giderler ve sırayla birileri ölmeye başlar, ta ki içlerinden en güzeli ve seksisi kalana kadar.. Bu sıkıcı konunun üstüne de Amber Heard gibi seksi bir kızı ve filmi ilginç ve çekici hale getirmek için fazlasıyla uğraşan ve bunu birazcık başarabilmiş yönetmen Jonathan Levine'ı koyun. Bu kadar.. Son olarak da, tüm bu ölümlerin sorumlusunun doğaüstü güçleri olan ya da çirkin bir yaratık olmadığını, Mandy Lane'e aşık olan ve onun için bu cinayetleri gerçekleştirmiş liseli bir çocuk olduğunu düşünün.. Filmin konusu ile ilgili nalatılacak pek bir şey yok. Ama yine de ilginç ve merak uyandıran bir kaç sahneyi irdelemek gerekir...
Amber Heard'ın Scarlett Johansson'a olan benzerliği çok dikkat çekiciydi. Scarlett Johansson için yazılmıştı sanki Mandy Lane karakteri. Ben Scarlett Johansson'u hep öyle hayal etmişimdir, bu kadınları beğenmem bana da beğenilerim konusunda ipuçları vermeye başladı=)) Chloe'nin Mandy'den daha çekici olduğunu düşünenleri duyunca baya şaşırdım açıkçası!! Herneyse, filmdeki bir dialog çok hoştu.
Red: [to the freshmen potheads] There she is boys, Mandy Lane. Untouched, pure. Since the dawn of junior year men have tried to possess her, and to date all have failed. Some have even died in their reckless pursuit of this angel.
Jake: I can see your nipples.
Chloe: Obviously.
Marlin: How do you get them that hard?
Chloe: It’s a secret.
Aslında Red'in repliği yeterliydi ama tamamen kopyalamak istedim, sonrası da film hakkında ipuçları veriyor sonuçta=))
Çatıdan atlama sahnesi de gayet hoştu mesela. "Mandy Laneee" diye bağırıp ölmesi, yine biraz predictable, ama vasatın üstünde yine de.. Peki çatıya çıktıktan sonra olayın gelişimi nasıl oldu?? İşte böyle:
Dylan: Let's just play nice and be friends and get the fuck off my roof. OK?
Emmet: So how are you gonna do it?
Dylan: Do what?
Emmet: Seal the deal. I mean, look. Look down there. Every stupid fucking idiot has the exact same goal. What makes you any different?
Dylan: I don't need to be different.
Emmet: Jesus, are you fucking listening to me? I know her. She's not gonna fall for some jock who tried to drown her best friend. Face it, man, you're boring. You're a fucking marshmallow, like an American Idol...
Dylan: Get off my fucking roof, Emmet. This went well.
Emmet: What are you doing? Whoa, whoa! Careful, man. Look. She's looking at us right now. Waiting to see what you do.
Dylan: Well?
Emmet: It's not that far. You've fucking done this before, right? She'll love it. She... I promise. Whoa! You know what? Fuck it, you're too drunk.
Dylan: Don't! Don't tell me I'm too fucking drunk in my own fucking house.
Emmet: I'll do it with you, then. Come on! Let's jump for Mandy. See if she can catch us. Ready? One. Two. Three.
Dylan: Mandy Lane!
Aahahahah!! Mandy Laneeeeeeeeee!! Salak...
Ayrıca, kullandıkları uyuşturucular Ritalin ve Adderall'dir. Ritalin hiperaktivite tedavisinde kullanılan bir ilaçtır ve bağımlılık yapmaktadır.. Extacy ile aynı maddeyi içerir, ancak yasal bir açık gibi kullanılıp bağımlı gençler yaratır. Adderall ise konsantrasyon artırıcı bir ilaçtır ve Ritalin ile kullanılmaktadır tedavilerde. Ancak alkolle birlikte alınması alkolun etkilerinin süresini uzatmaktadır ve bu sebeple de amerikan üniversite kampuslerinde sıkça kullanılmaktadır.
Mandy'yi odasında üzerini değiştirirken dışarıdan gözetleyen kimdi mesela??? Onu öğrenemedik..
Herşeyin Mandy'nin isteği sonucunda gerçekleştiğini anladığımda ipuçlarını aramaya başladım. 11. dk'da koşu yarışması bittiği an Emmet bir günlük çıkartır bir yerlerinden ve Mandy'ye vermek ister ama Mandy "not now, Emmet" der. Burdan bişey çıkarılabilir mi ki?? Herkesi öldürdükten sonra verir. Mandy'nin sosyopat mı yoksa lezbiyen mi olduğunu çıkaramadım ben. Chloe'ye banyoda eşlik ettiğinde ona dokunmasından çıkardığım tek şey o an hiç durmak istemediğiydi ve Chloe ve Mandy Lane'in öpüşebileceğiydi. Mandy'nin bir lezbiyen olma olasılığı çok yüksekti, erkeklere yüz vermezken Chloe'ye duyduğu yakınlık.. Kafamı karıştıran bir diğer nokta da Bird, zenci eleman Mandy ile yürürken ona diğer erkeklerden farklı olduğunu hissettirdi ve ona herkesten daha çok yaklaştı. Tam o sırada Ranch hand gelmeseydi öpüşebilirlerdi ama Mandy izin vermesine rağmen zevk almıyor gibiydi.
22 Nisan 2009 Çarşamba
Ostrov / Ada (2006)
O ne mükemmel bi açılış sahnesi. Daha filmin ilk saniyesinde muhteşem doğa, denizde tek başına sandalıyla kürek çeken bir adam ve tekrarlanan bir dua. Filmde herşey gri. Hava, deniz, evler, bitki örtüsü, kömür dumanı ve kar ile kömürün karışmış rengi ve insanların kıyafetleri. Filmin konusuna gelelim. 1940'larda ikinci dünya savaşı sırasında Almanlara esir düşen bir adamın canının bağışlanmasının tek şartı diğer arkadaşını öldürmektir. O da istemeye istemeye de olsa tetiği çeker ve vurduğu adam gemiden suya düşer. Sonraki 30 yılı bu olayın vicdan azabıyla geçiren adam bir aziz gibi yaşamaya başlar ve sürekli bu günahının affedilmesi için dua eder. Yaşantısı her ne kadar bir azizinkine benzese de, aynı adadaki din adamları ile çok farklıdır, çıplak yerde yatar, yüzü gözü kömür içindedir ve kurallara uymamakta direnmektedir. Üstelik davranışları da bir delininkine benzer. Onu ziyaret eden ve ondan yardım bekleyen köylüler onun geleceğini gördüğüne, şeytanları kovabildiğine ve iyileştirme özelliklerine sahip olduğunu düşünür ve onun yöntemleri de ilginçtir. Father Filaret her şeye rağmen Aziz Anatoli'yi sever. Filmin sonlarında, yıllar önce öldürdüğünü zannettiği Tikhon Petrovic adaya gelir. Kızının içinde şeytan vardır ve Father Anatoli onu iyileştirir. Father Anatoli ayrıca 30 yıl önceki olay için de Tikhon'dan af diler. Affedildikten sonraki gün de Father Anatoli huzur içinde ölür.
Konusu bu kadar kısa olsa da Ostrov /Ada hakkında konuşulacak çok fazla şey var. İşlenen bir günahın inanan bir insanın peşini ömrünün sonuna kadar bırakmadığını görüyoruz öncelikle. Böyle bir şey yaşanmamış olsaydı Father Anatoli çok farklı bir hayatı yaşıyor olacaktı. Büyük ihtimalle de bir aziz mertebesinde olmayacaktı çünkü gördüğümüz kadarıyla Almanlar tarafından esir alındığında ölümden korktuğu için önce Tikhon'un yerini söyledi, sonra da onu vurdu. Yaptığı bir hata peşini hayatının sonuna kadar bırakmadı.
Father Filaret ve Father Iov ile olan ilişkisi de aslında bu insanların her ne kadar günah çıkarmak gibi dini görevleri olsa da kendileri de fazlasıyla günahkar insanlar. Father Anatoli'nin Filaret'in battaniyesini ve botlarını yaktığı sahne çok etkileyiciydi. İnsanlar, Baş Rahip bile olsa, bu tür dünyevi şeylerin büyüsüne kapılıp onlar olmadan yaşayamayacağına inanmaya başlıyor insan. Father Anatoli'nin bunları görebilmesi ve film boyunca karşısındakilere bunu göstermesi filme ayrı bir boyut katıyor.
Filmin çekildiği yer gerçekten de harika. Birçok adacıktan oluşan bir ada ve ulaşım sadece sandalar ile sağlanıyor. Yanlış anlamadıysam eğer bu bölge çok izole bir yer Rusya'da, hatta başlangıçta izlediğimiz Almanların eline düşme sahnesinin geçtiği yerler.. İzole olması çok olası çünkü komünizmin insanları atheist olmaya zorladığı bir dönemde dini aktivitelerin serbest oluşunun başka bir açıklaması yok gibi görünüyor.
Bu arada, filmin dine inanma ve bağlanmalarıyla dalga geçmesi ama aynı zamanda Father Anatoli'ye de bazı doğaüstü güçler vermesinin yarattığı zıtlık filmden aldığım keyfi artırdı. Ben filmlerdeki gereksiz konuşmalardan, gürültülerden nefret eden insanlardanım. Konuşmadan bir çok şeyin anlatıldığı sahneler, doğaüstü de olsa güzel bir doğa manzarası ve herbiri birer fotograf karesi gibi olan sahneler eşliğinde güzel işlenmiş bir konu tam benlik. Bu filmde her birinden fazlasıyla buldum. Dahası, tekrar tekrar izlenebielcek bir film olmuş bence çünkü sizi sonuna kadar aptal bir olay örgüsü ile meraklandırıp son 15 dakikada olayın çözümlendiği bir merak satmıyor Ostrov /Ada. Aksine her saniyesine hayran oldum sinematografinin, oyunculukların, doğanın.
21 Nisan 2009 Salı
Autumn / Sonbahar
In short, Autumn/ Sonbahar movie depicts a man's last days before death, who became ill to death in the jail, was released because of the seriousness of his illness and returned his village, to his mom after 10 years.
Screening date was 19th of December, the date when "resuscitation operation", an operation against the political convicts who are in "death fast" was made several years ago.
The atmosphere of the movie is like autumn season; dull and suffocating. The location where the movie is shot is Artvin-Hopa, which is located on the northeastern side of Turkey. This region is the most rainy place in Turkey and it rains nearly 300 days a year.
The language changes sometimes from Turkish to "hemsin", a rural language that is frequently spoken by the eastern Black Sea region people.
There are too many things to talk about Autumn/ Sonbahar. Firstly, silence is the keyword. Feelings and emotions are not being told freely, they are being given by impressions instead. Yusuf is a man, who went to Istanbul for university, but interested more in politics than his academic career. He sentenced to 12.5 years for his illegal political activities , but released after ten years in 2006 because of his illness to death. He came to his village, but at the time in the jail, his father died and his sister married and left the town. There was only his old mom, who missed his son in these past years so much and did nothing but waited him. This kind of commitment to son was an attachment that is peculiar only to moms. I felt so strange when she said that I haven't drunk tea since you left here and this small region is the only place in Turkey where tea is produced and where people make their livings by producing tea. She was in his traditional dresses and a village person. As in the whole movie, everything was so real. I loved this feature of Autumn / Sonbahar most. I think about all of the movie, and there is nothing I disliked because of its being fake. This was a mom I saw in the years that I lived in the anatolian part of Turkey because of my father's job, and this was the kind of a love I have seen from my mom. Anyway, Yusuf is an incommunicative kind of person, and we can guess that those village people cannot understand his mood and state of mind, and call him nuts because of his strange responses to some events. One day, Yusuf goes to buy a book to read and sees Eka, a russian prostitute. By the way, there are too many russian women, who make money by having sex with Turkish men in this region. After that, we see that some kind of an emotional relationship starts to give off sparks between Eka and Yusuf. Mikail, the only childhood friend of Yusuf takes Yusuf to dinner where Yusuf and Eka meets again. In the movie, Mikail is being shown as the only friend of Yusuf in the village because he could not succeed to enter a university after several shots and became a carpenter. He says that he is getting older and older in this village among elder people and he was bored of his marriage despite the great couple of years in the beginning of it. I felt that Mikail was just like the one who is living a life if Yusuf had never left the town. On the other hand, Mikail is a very good friend, who realizes his old friend's requests. He pays for the whores, than it turns out that the whore is Eka, gives his car, gives money for his passport processes and takes him to high plateu in an unsuitable season. Anyway, Yusuf refuses to fuck Eka when they were alone in the hotel room in bed and he says that this is not a kind of thing that he wants. He wants more different things but I think he is also aware of the fact that he is about to fall in love with a whore, even if she loves her daughter and buys presents for her, reads books and takes care of him so much. Yusuf's mom asks Yusuf to find a girl to marry but each time Yusuf says that it is early for it. He has valid reasons for thinking this way, coz he is about to die. But, if he weren't about to die, would he marry another village girl when he has so many feelings for Eka? This movie is not a love film, but explains this love story in the best possible way. In city center, Yusuf sees Eka and hides from her because he is not so sure and honest about his feelings, because of the impossible happy ending. By the way, Yusuf hides his illness from his mom, but she feels that he is very ill. He gets worse after he had gone to high plateau with Mikail because of the cold weather and snow reaching to knees and his mother gave him a glass of milk with honey. This was a nice detail. An independent screen is Yusuf's dialogues with the child. The child wants to be a doctor as all children in the rural areas, but his mathematics is weak. Yusuf helps him with maths but when he changed the channel from a cartoon to figure skating olympics, he leaves the house. This is the general way of showing the anger along the movie. But, the more interesting part was that he was like fascinated while watching the figure skating performance on TV and he told that there was a Russian couple who were perfect, etc. I couldn't get the message of this scen. What was the director trying to explain in this scene? After the sad ending with Eka, we learn that Yusuf can play a musical instrument called "tulum" that is so similar to pipe. His mom wants him to play tulum as he played before, and Yuduf does not refuse her although his lungs are in bad shape. Then, we see a marvellous ending scene. As he plays tulum, we see another scene, people carrying his coffin to the graveyard and we here his mother's requiem in harmony with tulum.
A very important detail is that the director Özcan Alper told that the movie "Hunger" is the best movie that he has seen lately and he will try his best to screen "Hunger" in Turkish cinemas. He firmly believes that these two movies are soul twins and complement each other. These two movies tell similar cases in different settings.
30 Mart 2009 Pazartesi
Hunger (2009) / Açlık
Oyuncular: Michael Fassbender, Liam Cunningham
Senaryo: Steve McQueen, Enda Walsh
IMDB: 7.8
Onlarca ödül almış mükemmel ötesi bir film. Cannes'da Altın Kamera ödülünü alan, bu ödülü de fazlasıyla hakeden bir yapıt. Irlanda kurtuluş örgütü mensubu Bobby Sands'ın son haftalarını izliyoruz. Aslında filmde geçen zaman hakkında hiçbir ipucu verilmediği için izlediğimiz sürenin toplam kaç hafta olduğunu anlayabilmek güç. Filmin sonunda 66 gün sürdüğünü biliyoruz ölüm orucunun, ve peder ile konuştuktan sonra hemen başlamış olması çok olası. Ben imdb'de son 6 hafta olarak okudum, ayrıca bun Karşımızda, kesinlikle çok güçlü bir film var. İzlerken gözüm onlarca ayrıntıya takıldı. Filmi sıradan biri yönetseydi konu iyi, oyunculuklar iyi gibi beğeniler uydurabilirdik, ama bu filmin daha birinci saati bitmeden yönetmenin olağanüstü işini takdir etmeye başladım. Senaryo ile kameranın aynı kişi tarafından şekillendirilmesi bu müthiş ahengi getirdi demek daha açıklayıcı ve daha yerinde olur. İkisinden birinin olmayışı filmi büyük ölçüde sıradanlaştırabilirdi. Bunlarla birlikte, bunun yönetmen Steve McQueen'in ilk filmi olması da duyunca şaşırılacak cinsten. Filmi üç bölüme ayırmak mümkün gibi duruyor. Başlangıçta politik mahkumların sürekli şiddete maruz kaldığı, zor koşulların hakim olduğu bir hapishane hayatı anlatılıyor. Mahkumların inatçı ve kararlı yapıları hemen göze çarpıyor. "Battaniye" ve "yıkanmama" protestosu yapan suçluların amaçları önceden sahip oldukları "politik suçlu olarak farklı statüye sahip olma" hakkını geri kazanabilmek. Farklı statü dediğimiz şey ise "savaş esiri muamelesine tabi tutulmak", "hapishanelerde çalışmamak" ve "diğer mahkumlarla aynı tip kıyafet giymemek". Biraz daha açıklayıcı olabilmek için olayların kronolojik sırasından bahsetmek gerekir. 1972'de açlık grevine başlan tutuklu IRA militanlarına "politik suçlu" statüsü verilir. Fakat 1976'da bu durum değiştirilir, ve suçlular diğer mahkumlarla aynı statüye getirilir. Filmde gardiyanın doldurduğu defterde 8/12/1980 tarihini günün tarihi olarak görürüz. Özetle, filmin ilk bölümü içinmahkumların haklarını geri almak için sürdürdükleri inatçı tavırla gardiyanların bu tavırlara verdiği tepkilerin anlatımıdır diyebiliriz. İkinci bölüm ise uzun süre kendinden söz ettirecek uzunluktaki 17dklık konuşma sahnesi ve birkaç sekans ile başlayıp bitiyor. Bobby ile Rahibin bir odada oturup 17dk boyunca kesintisiz bir şekilde konuştukları bu sahnenin çekilebilmesi için bu ikili bir süre aynı evde yaşamış, günde 15e yakın tekrar yapmış, ve filmde ilk bu sahne çekilmiş. Bu sahneyi 4 denemede çekebilmişler. Bana aceba ne zaman bitecek sorusunu onlarca kere sordurtan bu muhteşem sahnede konuştukları konu ise Bobby'nin açlık grevine girme kararı. Bu konu dışında da birçok şeyden, rahibin kardeşinden örneğin, bahsederler tabi ki. Pek çok etkileyici replik vardır bu sahnede. Ayrıca, bir süre sonra rahibin de IRA'ya katılacağına inandım çünkü Bobby'nin konuşması, verdiği karaca örneği, üslubu Rahip'te kesinlikle kendisinin işe yaramaz ve gereksiz bir adam olduğu hissini yarattı. Bu sahnedeki bazı dialoglar:
Bobby: Küçük kardeşin eve ne zaman dönüyor?
Rahip: Rahip oldu. Sinsi, kurnaz bir piçtir. Bu tipleri bilirsin Bobby.
Bobby: Hala kaçak ava gidiyor mu?
Rahip: Kaçak avcılardan. Bu arada benden sekiz yaş küçüktür.
Bobby: Devam et.
Rahip: Papaz olarak Kilrea'nın dışında bir papaz evinde çalışıyorum. Oraya yerleştik. Çok çalışıyorum. Yaşlıların evlerine gidiyorum. Gezici günah çıkartıyorum.
Bobby: Güzel işmiş.
Rahip: Evet. Her neyse, Kilrea'de boş bir pozisyon vardı.
Bobby: Evet.
Rahip: Bir şeyleri sebep göstererek reddettim. Aslında bir neden de yoktu.
Bobby: Yaşlı hanımlardan çok mu kek alıyordun?
Rahip: Öyle sayılırdı.
Bobby: Peki...
Rahip: Yaklaşık beş sene sonra Kilrea'da yine bir pozisyon açılmıştı ve kardeşim Michael hemen kabul etti.
Bobby: Siktir.
Rahip: 28 yaşındayken bir Katolik rahibi oldu.
Bobby: Herhalde daha ruhaniydi. Senden daha fazla göze batmıştır.
Rahip: Piskoposu etkiledi. Golf oynar. Küçük, aceleci aptalın tekidir.
Bobby: Sen de fena sayılmazsın.
Rahip: Hayır, ben böyle olamazdım.
Bobby: Henüz 28'inde Katolik rahibi olmak mı? İnanılmaz.
Rahip: Eskiden araba çalardı. Çok büyük bir evi var. Hizmetçisi, aşçısı var. Bense, sürekli olarak İskoç futbolundan bahseden Şişman Kerry ile iki göz odaya sıkışmış durumdayım. Bundan bahsetmeyi bırakabilir miyiz?
Bobby: Tanrım. Konuşup duran sensin.
İçinde ironiler barındıran çok güzel bir dialogdu bu. Haklı nedenlerle de olsa kardeşini kıskanan ve kendi hayatından hiç hoşnut olmayan bir rahip imajı var gözümüzün önünde. Bu tür hesaplar içindeyken Bobby'nin psikolojisini ve düşüncelerini anlayabilmesini beklenemez.
Bobby: Tanrı beni cezalandıracak mı?
Rahip: İntihar yüzünden olmasa bile aptallığın yüzünden cezalandırılmalısın.
Bobby: Evet. Sen de kibrinden cezalandırılmalısın. Çünkü benim yaşamım 'gerçek' bir yaşam, teolojik bir egzersiz değil, tüm hayatı mahveden dini bir aldatmaca değil.
Rahip: İsa Mesih'in metaneti vardı ama o zamanki ve şimdiki müritlerine bak. Hitabet sanatının altını üstüne getirip, anlam biliminde takılıyorsun.
Bobby: Devrimcilere ihtiyacın var. Hayata nabız verecek, hayata yol gösterecek kültürel politik askerlere ihtiyacın var.
Rahip: Saçmalıyorsun. Kendini avutuyorsun.
Bobby: Peki. Öyle olsun.
Rahip: Evet. Peki oğlun ne söyleyecek?
Bobby: Siktir git.
Rahip: Bu seni ilgilendirmiyor mu?
Bobby: Bana duygusallıkla mı saldıracaksın? Tam bir rahipsin.
Rahip: Kalbin ne söylüyor Bobby?
Bobby: Bunu bildiğini sanıyordum peder.
Bu bölümde ölüm orucu kararını papaza ve bize açıklayan Bobby ölüm orucuna başlar. Bu bölümde ilk 12dk'da hiç konuşma olmaz. Bobby aynı zamanda sessizlik yemini etmiş gibidir. Filmi baştan sona, ama özellikle bu kısmıyla futbolda hakemin çok az düdük çalarak yönettiği kaliteli ve seyir zevki açısından çok tatminkar maçlara benzettim. Konuşarak da söylenebilecek bir çok şey filmde sessiz bir şekilde anlatılmış. Bu açıdan, bir pandomim havası da vardı filmde. Vücudunda yaralar oluşan, bir deri bir kemik kalan Bobby'nin eriyişini adım adım izliyoruz son bölümde. Arkadaşları, oğlu ve anne-babası geliyor ziyaretine. Filmi izleyen insanların filmin hiçbir anının birkaç saniyesine bile dayanamayacağını dile getirmesinin tesadüf olmadığı kesin, ve bu yorumlar da hapishane ve ölüm orucu şartlarının ne kadar zorlayıcı olduğunu göstermesi açısından önemli. Filmin sonunda Bobby'nin ölümünü izleriz, ama asıl merak edilen konu orucun işe yarayıp yaramadığıdır. Bobby'nin dışında ölen başka militanlar da olmuştur, ama politik suçlu statüsü de yeniden kazanılmıştır.
Gardiyanın paranoyak olduğunu biliyoruz daha filmin başından.. Sokağın sonuna ve başına 2şer kez bakması, arabanın altında bomba olup olmadığını kontrol etmesi... Haksız sayılmazmış.. Filmdeki fotograf gibi sahnelerden biri de buydu. Etkileyici bir sahneydi. Papatyalara da yazık oldu=))
Bu sahnede mahkumun dakikalarca sinekle oynamasını seyrediyoruz. Sempatik, aynı zamanda da depresif bir sahne.. Yönetmen ve senarist Stewe McQueen'den takıntılı bir sahne. Burada özgürlük ile ilgili metaforik bir anlatım olduğunu düşünmek istemiyorum. Öyle olmazsa daha iyi olur gibi...
Filmin ilerleyen sahnelerinde başından vurularak öldürülecek olan gardiyandan takıntılı bir sahne bu kez.. Karakterlerin hepsi mi psikolojik sorunlara sahip, yönetmen mi anlamadım. 1 dakika boyunca gardiyanın elindeki aluminyum folyoyu katlayışını izliyoruz. Bu tarz katlama konusunda şu tarz bir gerçek vardı: hiçkimse bir kağıdı 7kere katlayamaz o şekilde, ya da benzer bir şeydi.
Rahip vaaz verirken mahkumların tamamını birlikte görüyoruz. Bobby'yi sürekli birilerini motive ederken görüyoruz, muhtemelen konu ölüm orucunun başlama tarihi.. Vaazı kimsenin dinlememesi ve kendi aralarından takılmaları gayet ilginç bir sahnenin ouşmasını sağlamış..
Bu öpüşme sahnesine dikkatlice bakınca burada bir kağıdın ağızdan ağıza verildiğini görüyoruz. Çok hoş bir sahneydi bence. Ayrıca, bu adamım masturbasyon sahnesinde baktığı resim neydi onu çözemedim..
17dk'lık sahne.. Kamera sabitti ve hiç değişmedi yeri bile. 17 dk boyunca bu ikilinin konuşmalarını dinledik. fazla söze gerek yok, harikaydı gerçekten de.. Filmi unutulmazlar listesine sokacak cinsten bir sahneydi gerçekten de..
Yaklaşık 5dk da koridorun temizlenmesini izledik. Yapılan şey gayet sıradan olmasına rağmen hipnotize olmuş gibi oturdum izledim, kenarlarda su birikintisi kalmışsa tribe girdim falan.. Bu da inanılmaz sade, süper atmosferli bir sahneydi.
Alın size bir fotograf karesi daha.. Bazı sahnelerde prtscr yap da ilerde profil resmi yaparsın diyebileceğin sahneler vardı. Bu sahne de gayet hoştu. Bir ara yaralı ele yapılan zoom gardiyan hakkında bilgi vericiydi. Ayrıca, sigaranın izmaritini fareye doğru fırlatması da ilginç ve hoştu..
28 Mart 2009 Cumartesi
Bedtime Stories (2008) - Gerçek Masallar
Oyuncular:
Adam Sandler: Skeeter Bronson
Keri Russell: Jil
Guy Pearce: Kendell
Courteney Cox: Wendy
Teresa Palmer: Violet Nottingham
Russell Brand: Mickey
Senaryo: Matt Lopez
Filmin açılışında Adam Sandler'ın küçüklüğünü, babasının otelinde geçirdiği eğlence dolu günleri görürüz. Babası oteli tek şartla satar; İlerde otelde oğlunun çalışması garanti edilirse.. Oğlunun oteli yönetmesini hayal ediyordu tabi, ama Adam Sandlar'ın otelde sıradan bir elektrikçi olarak çalıştığını görürüz. Bundan sonra olaylar gelişmeye başlar, otelin patronu otelin yönetimini Guy Pearse'ın canlandırdığı Kendall'a bırakmaya karar verir. Kendall aynı zamanda Otel sahibi Barry Nottingham'in sosyetik ve seksi kızı Violet ile birliktedir. Skeeter, bir okulda müdür olan ablası ile yıllardır görüşmemektedir çünkü ablasının eski eşi Skeeter'ı hiç sevmemektedir. Skeeter'in ablası Wendy ile kocası ayrılmıştır ve Wendy'nin de Arizona'da bir iş görüşmesine gitmesi gerekmektedir. Bu nedenle, geceleri çocuklar Patrick ve Bobbi'yi Skeeter'a bırakmaya karar verir Wendy. Skeeter geceleri çocuklara bedtime story, yani uyumaları için masallar anlatır. Kendi miserable hayatından uyarladığı masalların gidişatına çocuklar da karar verir. Ertesi günler, o gece masalda anlatılanlar gerçekleşmeye başlar. Skeeter oteli yönetmek için Kendall ile eşit şansa sahiptir artık, ve karar tam bir hafta sonra verilecektir. Bu sırada, her gece çocuklarla masal seansı devam etmektedir. Skeeter masalların gerçek olacağını bildiği için hikayeleri kendi istediği gibi gitmeye zorlar, ama başarısız olur. Violet'i öpmeye çok yaklaşmışken bir cüce Skeeter'a tekme atar, gökten renkli sakızlar yağar gibi. Son gece, masal olarak yarınki sunumu seçmiştir Skeeter. Herşey çocukların elindedir, ama çocuklar Kendall ile Skeeter'ın savaşını Skeeter'a kazandırmalarına rağmen Skeeter'ın sonrasında yanacağını söyler. Aslında burada kullanılan ingilizce kelime "fire" hem yanmak, hem de kovulmak anlamına geliyor, bu nedenle filmi türkçe izleyenler bu kısımdaki espriyi anlayamayabilir. Skeeter gerçekten de otelin yöneticisi olur, ama ateşli herşeyden kaçarken sergilediği davranışlar nedeniyle kovulur. Sonrasında da ablasının okulunun yıkımını engelleyip daha farklı bir otel projesi sunarak olayları tekrar düzene sokar, çocukların gün içindeki bakıcısı Jill'i öper.. Sonrasında da çok şaşırtıcı (!) bir sahne ile, Kendall'ın hizmetçi olduğu sahne ile, film biter.
26 Mart 2009 Perşembe
Güneşi Gördüm
1- Bu filmi seyredeli 2-3 saat oldu henüz, ve kimsenin yorumuna bakmadan film hakkında hissettiğim ve düşündüğüm herşeyi hiçbir etki altında kalmadan söylemek istiyorum: Harika:p, tabi ki değil, rezalet!!! Nasıl olur da bu sikindrik film bu kadar olumlu eleştiri alır!! Kim beynini yıkadı bu kadar insanın, bu nasıl bir mantalitedir, nasıl olur da herkes beğenir bu filmi? Çok merak ediyorum, hiçkimsede sinemaya gidip film izlerken bir sinemasal kaygı yok mu? Yat babaannenin anneannenin birinin kucağına, anlatsın sana böyle dramatik hikayeler, yokluk, açlık, fakirlik.. Git babanın yanına, anlatsın sana 1980 dönemiyle ilgili klişe fikirlerini.. Git Harbiye'ye, Tarlabaşı'na, gör travesitleri, konuş onlarla, anlatsınlar sana acıklı hikayelerini, anla aslında onların da bir kalbi ve vicdanı olduğunu, hasta babalarının evde onlara muhtaç olduğunu, Allah'ın onları öyle yarattığını.. Git bir dilencinin, bir hamalın yanına, anlatsın sana yokluk yüzünden İstanbul'daki amcaoğlunun yanına gelişini, yaşadığı binlerce zorluğu.. Git bir teröristin ifadesini oku, gör onun da bir ideolojisi olduğunu, şehit babasını seyret televizyonda, duy ağlarken yine de "vatan sağolsun" diyebilecek gücü kendinde bulabildiğini.. Ama Mahsun Kırmızıgül, gelip benim karşıma, ben yönetmen oldum deme!! Birsürü konuyu yaşanmış dediğin bir hikayede gözümüze sokarak film yaptığını zannetme.. Hem terörüstlere, hem kürtlere, hem de türk halkına sempatik görünebilmek için herkesin nabzına göre şerbet verme.. Neymiş, terörist "dağlara gel dağlara" dermiş, asker "dağlar seni delik deşik ederim" dermiş, dağlar ise rahat etmek istermiş.. Bu nasıl bir yalakalıktır ya!! Milyon dolarları kazandığın filme bak.. Yönettiğini zannettiğin filme bak, olmamış Le le Mahsuuuun, annen çağırıyo Mahsuuun.. Bırak film yapmayı, git bak annen çağırıyo, terörist çağırıyo, dağlara git dağlara, ama böyle olcaksa bir daha film yapma.. Film boyunca mesaj verip durdun, kime bu kadar mesaj Mahsuuun, kime?? Ne bekliyordun, İstanbul'un hatta Türkiye'nin değişik kesimlerinde yaşanan her acıklı momentleri filmine koyunca iyi yönetmen mi oldun? Milyonlarca insanı kandırabilirsin adamım, ama ben yemedim, yemeyen binlerce insan var, bunu biliyorum. Akraba evliliği yüzünden sakat çocuk doğurmuşsun göster; terörist ölünce ağıt yak göster; şehit haberi vermeye git, askeri de tanıt ve sevdir ki, önceden, seyirci bir bağ kursun, şehit olması bir kat daha üzsün bizi; köyü boşalt İstanbul'a göç et, tutunama orda, bunları göster; tek oğlunu kaybet, göster, göstr de göster, daha neler neler!!
2- Filmin konusunu nasıl anlatayım. Ortada bir konu yok, film tam bir karmaşa. Kars'taki bir köyde Mahsun'un köyünü görürüz. Mahsun'un erkek oğlu olur, ona güneşi gösterir. Sonra köyün yakınlarında bir çitışma olur, askerler köyün teröristlere yataklık yaptığına karar verir, köyü boşalttırır, Mahsun ve ailesi İstanbul'a göçer, bir grup Mersin'e gider, bir grup da Norveç'e. Mersin'dekiler hemen iş bulur, Norveç'tekiler de vatandaşlık alır, ama İstanbul'da işler kötü gider. Mahsun'un karısı ameliyat olur, küçük çocuk ablaları tarafından yıkanmak için çamaşır makinesine koyulunca ölür, çocuklar mahkeme kararıyla çocuk esirgeme kurumu tarafından devlet himayesine alınır. Travestilerle tanışan kardeş de şiddete maruz kalınca evden kaçar ve travesti olur, sonunda da öldürülür abisi tarafından. Mahsun, karısı iyileşince köye, o kavganın içine, dönmeye karar verir. İstanbul büyüktür, yutar adamı mahsuuun.. Film Devlet Ana ve Devlet Baba çelişkisiyle biter. Karısı tedavi edilir, kızlara devlet sahip çıkar ama terör onları perişan etmiştir de.. Terörist kardeşle asker kardeşin karşılaşması da ayrı bir hikaye, olmasa şaşardım..
3- Retarded ablanın yıkamak için bebeği makineye atması tüyler ürperticiydi. Sahne vahşiceydi, Mahsun'un haberi aldığında verdiği tepki çok iyiydi, yerde sıçrayarak can çekişen balıklar Mahsun'u anlatıyordu.
4- Travesti arkadaşın öldürüldüğü sahne çok başarılıydı. Soyunup sadece jartiyeri, küpeleri ve makyajlı suratıyla kalıp "Öldüğümde Allah'a sorucam, beni neden kadın olarak yaratmadığını" demesi, abinin öldürmekten vazgeçtiği anda abisini bir anda tahrik etmeye başlaması, bir çok erkekle her pozisyonda seviştiğini söylemesi.. Ölürken güneşi görmesi çok klişe olmuş ama sahnenin orijinalliği kapatıyor bunu. Çok beğendim gerçekten bu sahneyi de.. Favori sahnem kesinlikle. Bunun dışında, çamaşır makinesinde kameranın olduğu sahneler, Norveç manzaraları, köy manzaraları ve tren yolculuğundaki çekimler satisfactory'ydi.
5- Son olarak da ağıt sahnesinden ve erkek çocuk için Mahsunun dua ettiği sahneden bahsetmek istiyorum. Ağıt sahnesi çok güçlüydü, "Güneşi Gördüm'deki ağıt sahnesi harikaydı" dedirtecek yıllar sonra bile.. Yakılan ağıtlar bu filmdekiyle kıyaslanacak ilerleyen zamanlarda da.. Mahsun 7 tane adak adadı erkek çocuk için, ama adakların yerine getirildiğini görmedik.
Die Welle - (The Wave) / Tehlikeli Oyun
Yönetmen Denis Gansel, senaryo da Denis Gansel'in, Todd Strasser'in romanından uyarlaması. Alman sinemasının önemli isimlerinden Jurgen Vogel, Reiner Wenger rolünde. Diğer rollerde ise tanıdığımız kimseler yok.
2- Filmi anlatalım biraz da.. Tarih öğretmeni Reiner Wenger otokrasi dersi verirken konuyu daha iyi öğretebilmek için kendisini sınıfın lideri ilan eder ve sınıftaki öğrencilere daha otoriter bir şekilde davranmaya başlar. Öğrencilerinin ona itaat etmesini bekler. Bu tarz bir oyun öğrencilerin hoşuna gidince Herr Wenger bu durumu daha da ileri götürür ve sınıftaki öğrencilere birlikten kuvvet doğacağı fikrini benimsetir. Öğrencilerin bir grup gibi örgütlenmesini sağlar. Die Welle isimli bir grup kurarlar, ve bu grubun bir selamlaması, bir logosu-sert bir dalga, üniforması- beyaz bir gömlek-, ve bir de websitesi vardır. Sınıfta ve sınıfın dışında Die Welle'ye katılmayanlara karşı birlikte hareket ederler. Binlerce sticker bastırarak şehrin her tarafına bu stickerları yapıştırırlar, anarşist gruplara karşı birbirlerini kollarlar ve ait oldukları bu grubu daha da sahiplenmeye başlarlar. Evde ve çevresinde ciddiye alınmayan sevgiden yoksun gençler bu gruba sıkı sıkıya tutunarak kendilerini ifade etmeye çalışır, ne yazık ki grubu bir ders projesi olma amacından saptıran da bu durum olur. Bir silah satın alan Tim liderleri olan Herr Wenger'i koruma görevini üstlenir. Aslında bu çok paranoyakça bir tepkidir çünkü Herr Wenger için bir tehlike yoktur. Ayrıca, filmin son dakikalarına kadar da Herr Wenger'in bu grubun bu hale gelmesinden zevk alıp almadığını anlayamayız, ki bu filmin senaryosunda en kafa karıştırıcı noktadır. Bazı ipuçları Herr Wenger'in zevk aldığını ve grubun hala kontrol altında olduğunu düşündürür bize. Örneğin, karısının evi terketmesiyle son bulan tartışmada bu grupta ona biçilen rolün ona verdiği özgüvenin ve aidiyetin payı büyüktür. Normal şartlarda söylemeyeceği sözler söyleyerek karısını suçlar. Aynı şekilde, Marco'nun da Karo ile benzer şekilde tartışması ve ona vurması bu tartışmaların nedeninin Die Welle'de olmanın verdiği özgüvenin sonucu olduğunu destekler nitelikteydi. İşler kötüye gitmeye başlamıştır, ve kötü sondan önceki sahne büyük önemi olan sutopu maçının oynandığı sahnedir. Herr Wenger aynı zamanda sutopu takımının da koçudur ve birkaç Die Welle üyesi de takımda oynamaktadır. Die Welle üyelerinin ne kadar agresifleştiğini gördüğümüz maçın ardından Herr Wenger grubu sonlandırmaya karar verir ve ertesi gün herkesi salona toplar. Başlangıçta Hitlervari bir giriş yapar ve o anda herkesin faşist yanı ortaya çıkar. Onları eleştiren Marco'yu hain ilan ederler ve Herr Wenger'in dediklerine harfiyen uyarlar. Ama bu sadece Herr Wenger'in onlara oynadığı küçük bir oyundur, ve amacı gücü eline geçiren bir grubun nasıl da bir anda davranışlarının değiştiğini göstermektir. Sonrasında da grubun dağıldığını ilan eder. Bunun üzerine şaşıran insanlar, duruma tepki gösterir ama hiçbir tepki Tim'inki kadar ciddi değildir. Kendini grupta ifade etme fırsatı bulan Tim bu kararın ardından silahını çekip önce bir arkadaşını vurur, ardından intihar eder. bu vahşetin yaşanmasının sorumlusu olarak Herr Wenger tutuklanır, ve film biter. Konusu böylesine ilginç ve güçlü olan bu film yönetmenin başarısı sayesinde çok tatminkar bir hal almış.
3- Filmle ilgili bir eleştiri öğrencilerin çok çabuk ısınması bu otokrasi ve Die Welle olayına. Bu inandırıcı değildi. Filmin gerçek bir hikayeye dayanması nedeniyle eleştirinin yönü olayın inandırıcılığından hızına dönüyor. Evet böyle bir şey olmuş ama bu kadar çabuk olamaz şeklinde, ama düşününce bu gerçek hikaye tam bir hafta sürüyor. Gün gün insanların ne yaptığını görüyoruz. Adamların gazlığı konusunda hemfikirim herkesle. Tartışılan bir diğer konu ise Herr Wenger'in son sahnede kameraya bakışının ne anlama geldiği. "Dördüncü duvarın yıkıldığı", yani oyuncunun kameraya bakarak varolan hayali duvarı yıkarak seyirciye mesaj verdiği sahnede anlatmaya çalıştığı şey şuydu; bir öğretmenin bile insanları bu kadar etkileyebildiği bir yerde gücü ve mevkii olan birinin neler yapmaya capable olduğu, ve bu üzücü bie şekilde sonlanan olay ve dağılan hayatı nedeniyle bir parça da kaygı ve pişmanlık.
4- Benim filmde sevmediğim birkaç sahne vardı. Birincisi Herr Wenger'in karısının bu fıs rolde bile bok gibi oynayıp beni filmden soğutması.
Ayrıca filmdeki parti sahnesi boştu, hehehehehe beyaz gömlekli gençler eğleniyo falan, tamam bunların parti olayına girmesi güzel de, filmin 10 dakikasını partiyi göstererek harcamak saçma olmuş.
Die Welle'nin temposu çok iyi, ama 105 dakikada anlatılamayacak bir konu olunca sıkışmış tabi yönetmen. Kitabını okurken güzel güzel hayal edilebilecek birsürü önemli ayrıntı 20 saniye gösterilince hem ayrıntının içine sıçılıyor, hem de görüntü nedeniyle hayal kuramıyoruz. Beni rahatsız eden şeylerin kaynağı buydu aslında.
Anarşinin hocasının kısıtlı oyunculuğu da sıkıcıydı. Adamı toplasan 5 kere gördüm ama nefret ettim, hem karakterinden, hem olmayan oyunculuğundan.
Tim çok eğlenceli bir karakterdi. Derste gaza gelip tüm Nike eşyalarını yakması, yüksek çatıya korkmadan tırmanması, Herr Wenger'in evinde sabaha kadar nöbet tutması kimsenin kendisini ciddiye almadığı bir ortamda kendini öne çıkarma çabasının pathetic sonuçlarıydı, ama orijinal bir karakterdi.
5- Die Welle, Favori Dialoglar:
X: Söylesene, günümüzde neye ve kime karşı çıkacağız? Zaten ne anlamı var ki?
Herkes kendi zevkine düşmüş. Neslimizin en büyük eksiği bizi bir araya getiren ortak bir amacımızın olmayışı. Zamanın ruhu, etrafına baksana.Google'da en çok kim aranıyor?
Paris "Fucking" Hilton!!
Y: Yok be.
X: Evet öyle.
25 Mart 2009 Çarşamba
Eldorado
1- Eldorado, komedi ve dramın ilginç heterojen karışımı. Eldorado komedi gibi başlayıp iç karartıcı bir sonla bitiyor. 4 aydır evimde kalan çok sevdiğim arkadaşıma güle güle demiş evde yalnız yalnız otururken komedi zannettiğim Eldorado'yu izledim. Yvan'ın sonlarda yaşadığı hayal kırıklığının ve terkedilmişliğinin daha fazlasını ben yaşadım sanırım. 28. Uluslararası İstanbul Film Festivalinde gösterime girecek Eldorado. Yönetmen ve senarist Bouli Lanners aynı zamanda başrolde oynuyor. Eldorado'da tanıdığımız, herhangi biryerlerden bileceğimiz bir oyuncu yok, ama oyunculuklar da kötü değildi. Kamera kullanımı da bence hoştu. Genelde uzak çekim vardı, ve bu da manzaranın daha başarılı bir şekilde kullanılabilmesini sağlıyordu. Kısa ve eğlenceli dialoglar filmin akıcılığını ve izlenebilirliğini artırıyor. Ayrıca Eldorado'yu çekici kılan bir diğer unsur da müziklerdi. Davendra Banhart Eldorado'nun müziklerini yapmış, daha önce dinlememiştim ama şimdi internette soundtrack'ini arıyorum..
2- Eldorado, 40lı yaşlarındaki bir adamın evinin soyulmakta olduğunu farketmesiyle başlıyor. Hırsızı yatağın altında kıstıran adam polisi aramayarak hırsızla anlaşmaya çalışır. İlerleyen dakikalarda hırsıza acıyarak biraz para vererek hırsızı otostop çekeceği yere kadar bırakır. Bir süre sonra Didier'i- hırsızı-hala beklerken görünce onu Fransa sınırındaki aile evine kadar götürmeye ikna olur. Bu süreden sonra film bir yol hikayesine dönüşüyor bu arada. Yolda başlarına ilginç olaylar gelince bu ikili birbirine ısınmaya başlar. Arabayla kaza yaparak bir camping alanında geceyi geçirirler, yardım istedikleri adam bir nüdisttir, buz gibi bir ırmakta duş alırlar, zor da olsa bir süre sonra Didier'in evine ulaşırlar. Didier Yvan'a eve gelmesi için ısrar edince Yvan kıramaz. Evde geçen zamanda Yvan Dider'in annesi için üzülür, zamanında kendi ailesine ilgi gösteremediğini hatırlayarak annesi için bahçeyi düzenler. Sonra evden ayrılırlar ve Didier Yvan'dan kendisini şehire bırakmasını ister. Şehre ulaştıklarında yolda bulup aldıkları yaralı bir köpeği sakinleştirmek için uyuşturucu almak için çıkan Didier geri dönmez, Yvan da hayal kırıklığı içinde yeniden yola koyulur.
Filmin genelinde olmayan etkileyicilik özellikle 2 sahnede fazlasıyla vardı; Didier'in annesi için bahçe işine girdikleri sahne ve Didier'in geri dönmemesi. Didier'in uyuşturucu bağımlısı olduğunu bilen Yvan böyle bir şey tahmin etmekteydi ama gerçekleşmesi üzücüydü.
3- Karavanın içinde yağmurun dinmesini ve sabah olmasını beklerken hasta olmamak için yastık ve yorgan kılıfını üzerlerine geçirdikleri sahne Eldorado'nun en komik sahnelerinden biriydi.
4- Yvan'ın yerinde olmayı kesinlikle istemezdim. Evinize giren hırsızla arkadaş oluyorsunuz ama o eline geçen fırsatta sizi terkediyor. Bu nedenle intihar eden birsürü insan tanıyorum:p Ayıp yani senin bu yaptığın dedim izlerken. Filmde de Didier'in böyle karakterde bir insan olduğunu göstermeye çalışmışlar zaten.. Ailesini de terkedip şehirde sürten, kimseye faydası olmayan biri.
5- Favori dialoglar
God is great.
God is everything...
Without faith you have nothing!
It's true, sir.
I cannot swear, but i swear it.
With my right hand.
And if I'm not Christ...
may God send a thunderbold
right now,
to strike me down.
I am Christ, the Messiah.
But i haven't returned
to be crucified a second time.
Yvan: We need to find something to say.
Didier: Exactly, we need a subject.
Yvan: A subject can be hard to find, talking to your thief.
Didier: I'm not a thief.
Yvan: You could have fooled me.
Didier: No. I'm not a thief.
Yvan: You came to steal from me. I call that a thief.
Didier: No. I'm not a thief. I had no choice, that's all.
Yvan: Someone made you?
Didier: No.
Yvan: So why say that?
Didier: I just had no choice.
Yvan: Someone made you do it?
Didier: No.
Yvan: So why say you had no choice?
Didier: Because.
Yvan: Because what?
Didier: Because.
Yvan: Because what?
Didier: Because.
Yvan: Want me to tell you why? Because you're a goddam junkie!
Didier: I'm not a junkie.
Yvan: And I'm not fucking stupid.
Let The Right One In (Låt den rätte komma in)
"Let the right one in"in konusundan biraz bahsedelim. Okulundaki çocuklardan sürekli dayak yiyen ama bir türlü onlara karşı koyamayan Oskar yaşadığı evin yan tarafına taşınan bir kıza, ya da vampire, aşık olur ve bu ikilinin ekseninde ilginç olaylar yaşanmaya başlar. Bu sürede Eli'nin aslında Vampir olduğunu öğrenen Oskar için işler daha da karmaşıklaşmıştır. Aslında, kendisi de ilginç bir çocuk olan Oskar için Eli'nin vampir olması bir sorun yaratmaz, Oskar "aceba Eli ile arkadaş ya da sevgili olsam mı" diye birşey sormaz hiçbir zaman, Eli'ye koşulsuz bir şekilde yakındır hep, ama Eli'nin aslında Vampir olduğunu öğrenmek zor bir deneyimdir. Oskar ile Eli yakınlaştıkça Oskar'ın okuldaki belalı arkadaşlarının başına kötü olaylar gelir.
2- Filmin yönetmeni Tomas Alfredsondur, senaryo ise aynı isimli 2004'te yazılan kitaptan uyarlamadır. Film korku yerine psikolojik analiz türüne daha yakındır, kan ve şiddet azdır, ağır ilerler. Çok da ilginç bir genel yapısı olmamasına rağmen bu filmdeki bazı ayrıntılar o kadar ilgi çekici ve benzersizdir ki uzun süredir beklenen bir vampir filmi kategorisine yükselmiştir bu sayede. Filmin sinematografisi ile ilgili de söylenecek birşeyler var. Yönetmen yakın çekimleri ve geniş açıları, sabit çekimleri yerinde kullanmış, müzikler de çok güzel. İsveç'ın doğa manzaraları da filmde güzelce kullanılmış. Benim dikkatimi en çok çeken konu da birçok sahnede odak noktaları değişiyordu sürekli. Sahnede kim daha ön plandaysa ona odaklanıyordu kamera, diğer kısımlar flu kalıyordu. Güzel bir teknik olsa da bir yerden sonra beni çok rahatsız etti. Ayrıca, bu filmin "Let Me In" adıyla çıkacak Amerikan versiyonu da 2010'da gösterime girecekmiş.
3- Hakan Eli'nin babası değil eski sevgilisidir. Muhtemelen Hakan da Oskar gibi bir çocuktu ama zamanla Eli aynı yaşta kalırken Hakan büyümüştür. Hakan'ın Eli'ye "bu akşam o çocukla görüşme" diyip Eli'nin yüzüne dokunmasının nedeni pür kıskançlıktır. Ayrıca Oskar da zamanla Eli'nin kan tedarikçisi haline gelecekse Oskar'ın işi zordur.. Hakan seyrettiğimiz iki denemede de başarısız olmuştur. Ayrıca eve eli boş gidince Eli'nin Hakan'a kızdığı sahne de beni şaşırttı.
Eli'nin sürekli olarak "ben bir kız olmasam da benden hoşlanır mıydın" şeklindeki sorularının nedenini da Eli'nin hadım edilmiş bir erkek olduğunu görünce öğrenmiş olduk.
Kan damıtma sahneleri çok orjinaldi ayrıca.
Hakan neden yanında asit götürmüştü bilmiyoruz ama önceki sahnelerde Eli'ye "beni görenler var ve seninle yaşadığımı biliyorlar" gibi birşey demişti. Asiti, yakalanması durumunda kendi kimliğini gizlemek ve yüzünü yoketmek için kullandı ve kendini Eli'ye kurban ederek öldü maalesef. Çok verici bir karakterdi gerçekten de, fedakar eski sevgili Hakan.. Belki de onu en çok umutsuzlaştıran şey de Eli'nin Oscar'a ilgi duyması sonucu kendini kötü hissetmesiydi.
Oskar'ın sopa ile onu döven çocuğun kulağına vurduğu sahne de çok güzeldi. Evet beklenen sıradan bir sahneydi ama kamera çok doğru yerdeydi sanki. Aynı anda da diğer adamın cesetinin bulunmasıyla bu sahne de çok uzamamış oldu, baya güzel oldu..
Kızın küvette yatması, banyoda yattığına dair yazdığı not da güzel bir sahneydi.
Mors alfabesi ile anlaşmaları çok hoşuma gitti. İki kişinin konuşma dışındaki enstrümanlarla aralarında özel bir iletişim yaratması bana çok sempatik ve gerçek geliyor. Gerçek hayatta da ilişkiler bitse de bu tarz anılar kalıcıdır.
Kafamı karıştıran bir sahne de vampire dönüşen kadının güneş ışığı geldiği anda ölmesiydi. True Blood ve Twilight'ta güneş ışığına vampirlerin verdiği tepkiler daha kabul edilebilirdi. True Blood'da enerjileri yavaş yavaş yükeniyordu güneş ışığına maruz kaldıkça, ama direk yanarak ölmek değil yani. Twilight'ta ise tenlerinde değişiklikler oluyordu ama yine yanmıyorlardı.
4- Meşhur havuz sahnesi!! Bunun için kesinlikle bir başlık olmalı. O kadar uzun süredir bu kadar mükemmel bir sahne gördüğümü hazırlamıyorum. Herşey o kadar harika ki sahnede!! Oskar sudayken gelen çocuğun Hocanın taklidini yapması, sonra diğer sert çocuğun gelip "bir kulak için bir göz" diyerek Oskar'ı suyun altına batırdığında Eli'nin gelerek herkesi öldürmesi. Eli'nin Oskar'ın yardımına gelmesi öncelikle çok romantikti. Tüm şiddetin Oskar ve biz suyun altındayken bitmesi de mükemmel düşünülmüş. Oskar suyun altından çıktığı anda iki çocuğun da yüzüne yapılan yakın çekim, Oskar'ın gülümsemesi, yüzü kanlı Eli'nin gülümsemesi ve bir anda geniş açıya geçen kamera ile yerde yatan cesetleri görmemiz. Dahiyane bir sahne!!! Kesinlikle mükemmel, gerçekten harika.. Bu kadar ustalıkla çekilmiş, mükemmel bir sahne kolay kolay bulunmaz gerçekten de. Filmin doruk noktası kesinlikle bu sahneydi.. Tek kelimeyle bayıldım.
5- Favori Dialoglar:
Oskar: Who are you?
Eli: I'm like you.
Oskar: What do you mean?
Eli: [accusing tone] What are you staring at? Well?
Eli: Are you looking at me?
Eli: [points her finger at Oskar] So scream! Squeal!
Eli: Those were the first words I heard you say.
Oskar: I don't kill people.
Eli: No, but you'd like to. If you could... To get revenge. Right?
Oskar: Yes.
Eli: Oskar, I do it because I have to.
Eli: Be me, for a while.
[pause]
Eli: Please Oskar... Be me, for a little while.
Oskar: How old are you?
Eli: Twelve... more or less.
Eli: What about you?
Oskar: Twelve years, eight months and nine days. What do you mean, "more or less"?
Oskar: When's your birthday?
Eli: I don't know.
Oskar: Don't you celebrate your birthday? Your parents... they've got to know.
Eli: [Eli looks down on the ground]
Oskar: Then you don't get any birthday presents, do you?
Eli: No.
24 Mart 2009 Salı
This is England
2- "This is England"da senaryo ve oyunculuklar kesinlikle harikaydı. Başroldeki Thomas Turgoose gerçekten harika bir oyunculuk çıkarmış. Somers Town filminde de harika bir oyunculuk çıkardı. Tarzı, hareketleri, duruşu kesinlikle hiç çocukça ve acemice değil. Diğer oyuncuların da filmde hiç rahatsız edici bir acemiliği olmadı. Senaryo ve sinematografi ise mükemmeldi. Filmin hiçbir anında şurası da fazla uzamış, burası anlaşılmamış, bu bölüm olmasa daha iyi olurmuş gibi düşünceler geçmedi aklımdan. Savaş ve onun getirdiği ekonomik sıkıntıların sonucunda ülkeyi savaşa sürükleyen Thatcher'a duyulan tepki ve işlerini ellerinden alan göçmen karşıtlığı filmde mükemmel bir şekilde yansıtılmıştı. Hatta, ırkçı insanların farklı dinden ve renkten insanlara karşı hoşgörüsüzlüğünün nedeninin boktan giden hayatları olduğuna inandırmaya yönelik bir akış vardı filmde. Bunu özellikle Milky'nin hayatındaki iyi giden şeyleri anlatırken Combo'nun öfkelenmesi ve Milky güldükçe Combo'nun sinirlenmesinden ve onu hastanelik etmesinden anlayabiliriz.
3- Stephen Graham, Combo rolünde şu ana kadarki en iyi oyunculuğunu sergiledi kesinlikle. Güçlü, sert, kavgacı olduğu kadar duygusal olarak da kırılgan, değişken karakterli bu adamı gerçekten de çok iyi canlandırdı. This is England'ın başarılı bir film olabilmesi için bu rolün mükemmel canlandırılması gerekiyordu. Filmdeki diğer insanlar gibi biz de Combo'nun ne zaman kızdığını, ne zaman karşısındakini onayladığını anlayamadık. Ne hissettiği anlaşılmayan, aranızı iyi tutmanız gereken ama aynı zamanda uzak durmanız gereken bir karakterle karşı karşıyaysanız bu insan tam da Stephen Graham'ın canlandırdığı gibidir. Ne söyleeceğinizi bilemezsiniz, sizden uzak olsun istersiniz... Lol rolündeki Vicky McClure ile arabadaki sahnede Combo'nun aşk itiraflarını duyduk. Daha da acısı, hayatının en güzel gecesi olduğunu söylediği geceyi birlikte geçirdiği aşkı Lol için aynı gece hayatının en kötü gecesiydi ve unutmak için herşeyi yapardı. Bu sahnede Combo'nun ağlama öncesi tavırlarını, hayal kırıklıklarını, mutsuzluğunu gördük. Bu durum onu yaralamıştı ve o an Milky ile karşılaşması Milky için büyük talihsizlikti. Birlikte ot içerken Milky'nin konuşmasına izin verdi, ona babasından bahsetmesini istedi. Burada herşey harika gibi görünürken Combo bir anda sinirlenmeye başlar. Sonrasında da Combo'nun sevgiden yoksun, mutsuz ve terkedilmiş bir insan olarak kendini kaybedip sonrasında pişman olacağı şeyler yaptığını görürüz. Milky'nin acı gülmeyi kesmemesi de Combo'yu iyice delirtir. Ot içtikten sonra bunların olması tabi marijuana'nın insanı bu şekilde sinirlendireceği sonucunu çıkarmamalıdır. Marijuana'yı savunmak için söylemiyorum ama mutsuz anlarda marijuana ya da herhangi bir alkollü içecek içmek bu tür agresif ve kontrolsüz hareketlerin gerçekleşmesini kolaylaştırır. Bu nedenle suç kesinlikle marijuana'da ya daMilky'de değildir..
4- Smell ile Shaun'un ilişkileri de ayrı bir konuydu. Shaun Smell'i annesiyle tanıştırdı ve Smell o sahnede neden kendisine Smell dendiğini Shaun'un annesine anlatmaya çalışıyordu. Nasıl bir gerizekalı olduğunu anlamak için sadece o sahneyi izlemek bile yeterliydi, tabi sadece tipine bakıp gerizekalı olduğuna inanmak istemiyorsanız. Shaun 12 yaşındayken Smell doğum gününde 16yaşına girdi. Ingiltere'de legal sex için en az 16 yaşında olmanız gerekiyor ve Smell de 16 olduğu için önemli bir doğumgünüydü bu onun için.
5- Favori Dialoglar:
Combo: But I've got one question to ask you. Do you consider yourself English, or Jamaican?
[There's a long uneasy silence, as Milky looks around nervously to the rest of his friends... ]
Milky: [eventually] English.
Combo: Lovely, lovely, love you for that, that's fucking great. A proud man, learn from him; that's a proud man. That's what we need, man. That's what this nation has been built on, proud men. Proud fucking warriors! Two thousand years this little tiny fucking island has been raped and pillaged, by people who have come here and wanted a piece of it - two fucking world wars! Men have laid down their lives for this. For this... and for what? So people can stick their fucking flag in the ground and say, "Yeah! This is England. And this is England, and this is England."
Diğer Çocuk: Bu kahrolası şeyler de nedir?
Shaun: Bunlar mı? Bir iddia için giyiyorum. Senin bahanen ne peki?
Diğer Çocuk: Woodstock şu yönde, dostum.
Shaun: Siktir git. En azından ben Kont Drakula'ya benzemiyorum.
Diğer Çocuk: Komik olduğunu mu sanıyorsun, seni küçük salak?
Shaun: Evet. Öyle.
Diğer Çocuk: Kahrolası bir fıkra duymak ister misiniz? Evet, anlat haydi. Bir Mini'ye kaç adam sığdırabilirsiniz?
Shaun: Hiç bir fikrim yok.
Diğer Çocuk: Üç arkaya, iki öne ve küllüğe de senin kahrolası babanı